"Enter"a basıp içeriğe geçin

Nesnelerin İnterneti

20-23 Ocak 2016’da Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun ana teması Dördüncü Sanayi Devrimi’ydi. Dördüncü Sanayi Devrimi, hem dünyada hem de Türkiye’de 2016’nın en çok tartışılan konularından biri oldu. 2016 yılının mart ayında TÜSİAD, Sanayi 4.0 Raporu’nu yayımladı (http://www.tusiad.org/indir/2016/sanayi-40.pdf). Sonrasında da Sanayi 4.0 hakkında çok şey yazıldı ve bunun ülkemiz için önemli bir fırsat olduğu tekrarlanıp durdu. Hatta Türkiye’nin ilk bilgisayar mühendislerinden olan Erol Bilecik’in TÜSİAD başkanlığı Sanayi 4.0 ile ilişkilendirildi:

…TÜSİAD bu seçimiyle bir ilki de gerçekleştirmiş oldu. Yeni başkan ne profesyonel bir yönetici ne de klasik bir sanayici. Kendi kurduğu şirketlerin patronu ve CEO’su olan Bilecik dünyadaki yeni dönüşüm için de isabetli bir isim. Bilecik’in dünya ekonomisi teknolojinin öne çıktığı yeni bir sanayi devrimi yaşarken Sanayi 4.0 tartışılırken TÜSİAD üyelerinin bu yeni döneme hazırlanmasında da önemli katkı sunması mümkün görünüyor. (bkz. http://www.hurriyet.com.tr/tusiad-baskani-erol-bilecik-40325751)

Görünen o ki önümüzdeki günlerde Sanayi 4.0’ı daha çok duyacağız.

Dördüncü Sanayi Devrimi tezine göre her devrim dönemi belirli bir grup teknolojiyle ilişkilendirilmektedir. Örneğin, 18. ve 19. yüzyıllarda Amerika ve Avrupa’da gerçekleşen Birinci Sanayi Devrimi’nde buhar makinesinin gelişimiyle beraber demir ve tekstil sanayileri merkezi bir rol oynamıştır. Su ve buhar gücüyle üretimin makineleştirilmesinde önemli adımlar atılmış, kırsal toplumdan kentsel topluma geçiş başlamıştır. İkinci Sanayi Devrimi ise 1870 ve 1914 yılları arasında yaşanmıştır. Bu dönemde, önceki devrimde ortaya çıkan sanayiler büyümüş, bunlara çelik, petrol ve elektrik gibi yenileri eklenmiştir. Elektrik kitlesel üretim için kullanılmış, telefon, fonograf ve içten yanmalı motor gibi toplumsal yaşamı derinden etkileyecek teknolojiler geliştirilmiştir. Üçüncü Sanayi Devrimi, Dijital Devrim olarak da adlandırılmaktadır. 1980’lerde başlamış ve bu dönemde kişisel bilgisayarların, internetin ve diğer enformasyon ve iletişim teknolojilerinin kullanımı yaygınlaşmıştır. Dördüncü Sanayi Devrimi’nde ise robotbilim, yapay zeka, nanoteknoloji, biyoteknoloji, nesnelerin interneti (Internet of Things), üç boyutlu yazdırma ve sürücüsüz arabalar vardır.

Son gelişmeleri, Dördüncü Sanayi Devrimi yerine İkinci Makine Çağı ya da dijital devrimin evrimi olarak değerlendiren farklı görüşler de vardır. Dördüncü Sanayi Devrimi tartışmalarını başka bir yazıda ele alacağım (Dördüncü Sanayi Devrimi hakkında ayrıntılı bir dosyayı Elektrik Mühendisliği dergisinin 2016 sonunda yayımlanan 459. sayısında bulabilirsiniz (http://www.emo.org.tr/yayinlar/dergi_goster.php?kodu=1069). Bu yazıda ise Dördüncü Sanayi Devrimi’nin yapıtaşlarından olan nesnelerin internetini tartışmak istiyorum.

Nesnelerin interneti derken birbirlerine ve internete bağlı nesnelerden söz ediyoruz. Bu nesneler, bir bilgisayar, akıllı telefon veya tablet olabileceği gibi kapı, lamba, uçak motoru, spor ayakkabısı veya bir kitap da olabilir; ağa kablolu ya da kablosuz olarak bağlanabilirler. Ama basitçe elimizdeki akıllı telefonla buzdolabımızı kontrol etmekten bahsetmiyoruz. Şeytan ayrıntıda gizli ve bu ayrıntılara girmeden önce 2025’e gidelim, nesnelerin internetinin Mary ve John’un yaşamını nasıl değiştirdiğine göz atalım (Greengard, 2015).

2025’te Bir Gün

Mary, pijamasının gönderdiği hafif bir titreşimle saat 07:00’da uyanıyor. Birkaç dakika sonra yatağından kalkıyor ve banyoya doğru ilerliyor. Akıllı su ısıtıcısına bağlı olan duş, ailenin alışkanlıklarına göre suyu istenilen sıcaklığa getirmiş bile. Duşu akıllı telefonla tatil moduna almak da mümkün. Mary duştan çıkıyor; eskiden olduğu gibi lambaları elle açıp kapayabilir. Ama pek gerek kalmıyor. Çünkü Mary’nin hareketlerine göre odaların ışıkları yanıyor ve sönüyor. Mary’nin duştan çıktığını haber alan kahve makinesi, kahvesini her zamanki zevkine göre hazırlıyor. Mary, kahvaltısını yaptıktan sonra arta kalan peyniri tekrar buzdolabına koyuyor. Buzdolabı, peynirin bitmek üzere olduğunu fark ediyor ve Mary’nin her sabah kahvaltıda peynir yeme alışkanlığı olduğunu göz önünde bulundurarak peyniri alışveriş listesine ekliyor. Kahvaltı sonrası Mary işe giderken kocası John da çocukların okuldan geldikten sonra yiyeceği çörekleri mikrodalga fırına koyuyor ve akıllı telefonuyla nasıl hazırlanması gerektiğini seçiyor. John evden çalışıyor ama çoğu zaman olduğu gibi bugün de dışarı çıkacak. John, gidilen mesafe ve harcanan zamana göre ödeme yapılan bir taşıt paylaşım hizmetine abone. On dakika içinde o anda uygun olan sürücüsüz araç kapısının önüne geliyor.

Mary bir hastanede doktor olarak çalışıyor. Sürücüsüz aracına bindiğinde araç trafik durumuna göre belirlediği bir güzergahı kullanarak Mary’yi işyerine götürüyor. Tabi Mary farklı bir güzergah da belirleyebilir. Yol boyunca akıllı araba Mary’ye e-postalarını okuyor. Mary, e-postalardan sonra gazete haberlerini de okumasını istiyor. Herhangi bir müzik ya da radyo kanalını dinleyebilmek için bunu söylemesi yeterli. Araç bir alışveriş merkezine yaklaşırken, akıllı telefonu Mary’ye zaman zaman alışveriş yaptığı bir mağazada promosyon olduğunu söylüyor ama Mary bugün alışveriş yapmak istemiyor. Hastaneye gelince Mary araçtan iniyor ve araç fazla dolaşmadan park yerinin bildirimleri doğrultusunda uygun bir yere kendini park ediyor.

Mary hastanenin kapısından içeri adım attığı anda bunun uyarısını alan hasta kabuldeki görevli ilk hastayı muayene için hazırlıyor. Mary odasına giriyor, tabletini açıyor ve sıradaki hastanın bilgilerini inceliyor. Bu bilgiler arasında hastanın gerçek zamanlı kan değerleri, uyku düzeni, beslenme düzeni, günlük eksersiz süreleri gibi bilgiler var. Hastalara ait tüm veriler hastane veritabanında saklanıyor ve bu verilerden faydalanarak hastaya özel bir tedavi oluşturulabiliyor. Ayrıca hastanede yatan hastaların bileklerinde RFID bantları var. Hemşireler yanlış bir tedavi uygulamaya kalkarsa (örneğin dalgınlıkla bir ilacı iki doz yerine üç doz verirlerse) hemen ana bilgisayarlardan uyarı geliyor.

Mary öğle yemeği siparişini kafeteryaya gitmeden akılı telefonundan veriyor. Kafeteryaya gittiğinden yemeği hazır; yemek ücreti otomatik olarak hesabından çekilecek. Tam o anda kuzeni Austin’in bulundukları şehri ziyaret edeceğini ve üç gün kendi evlerinde kalmak istediğini öğreniyor. Mary, Austin geldiğinde hastanede olacağı için hemen Austin’in telefonuna üç gün geçerli olacak özel bir anahtar tanımlıyor. Austin bu anahtarla istediği zaman eve girip çıkabilecek.

Mary ve John evde yokken küçük robotlar yatakları yapıyor, evi temizliyor ve çiçekleri suluyor. Ayrıca evdeki algılayıcılar evi davetsiz misafirlere karşı korumakta.

Mary eve dönerken süpermarkete uğruyor ve buzdolabının söylediği eksikleri alıyor. Akıllı telefon, Mary ve ailesinin beslenme alışkanlıklarını ve promosyonlu ürünlere dikkate alarak çeşitli önerilerde bulunuyor. Alışveriş sonunda satın aldığı ürünler RFID ile etiketlendiğinden kasaya bir ödeme yapmasına gerek kalmadan faturası anında kendisine e-posta ile gönderiliyor ve kredi kartı hesabından çekiliyor.

Daha sonra Mary ve John, bilgisayarın buzdolabı ve kilerdeki malzemeler, ailenin beslenme alışkanlıkları ve sağlık durumlarını dikkate alarak yaptığı öneri doğrultusunda akşam yemeğini hazırlıyorlar. Kullandıkları bileklikler ve diğer giyilebilir teknolojiler sağlıklarının gerçek zamanlı takibi ve gerek duydukları besinlerin belirlenmesinde önemli bir rol oynuyor.

Yemekten sonra çocuklarla beraber belgesel seyrediyorlar. Özel eldivenler ve gözlüklerle kendilerini sanal bir hayvanat bahçesinde buluyorlar. Hayvanları besliyor, onlara dokunduklarında derilerini hissedebiliyorlar. John çocukları yatırdıktan sonra yağmur oluğunun tıkandığına dair bir uyarı alıyor. Sistem otomatik olarak tıkanıklığı gidermesi için belirli bir fiyat üzerinden bir şirketle anlaşma yapıyor. John ve Mary yatakta elektronik kitaplarını okurken uyuyacakları zaman bir komutla ışıkları kapatıyorlar. Yataktaki ve pijamalarındaki algılayıcılar uyku örüntülerini bildiklerinden uyanmalarına yakın odanın yavaş yavaş aydınlanmasını sağlayacak.

***

Nesnelerin interneti, insanların çoğunun reddedemeyeceği parıltılı yaşam vadediyor. Ancak nesnelerin internetinin daha iyi anlaşılabilmesi için nesnelerin internetini, birbirleriyle konuşan nesnelerden oluşan bir ağ yerine teknolojilerin ve aktörlerin birbiriyle etkileştiği ve bu etkileşimle evrilen dinamik bir ağ olarak ele almak tartışmayı daha verimli kılacak, parıltılı reklamların ötesine taşıyacaktır. Mobil teknolojiler, algılayıcılar, RFID (Radio Frequency Identification – Radyo Frekanslı Tanımlama), bulut bilişim, büyük veri, (bu yazıda yer veremediğim) yapay zeka ve elbette bilişim teknolojilerinin büyük beşlisi (Google, Microsoft, Amazon, Facebook ve Apple) olmadan yalnız nesnelerin internetinin değil Dördüncü Sanayi Devrimi tezinin tartışılabilmesi de zordur.

Mobil Teknolojiler

Mobil iletişim fikri yeni değildir. Amerikan ordusu 1930’ların sonunda ağırlığı yaklaşık 11 kg, etki alanı da yaklaşık 8 km olan “walkie-talkie” adlı telsiz telefonlardan yararlanmıştır. 1940’larda ise Bell Laboratuvarları’nda hareket halinde konuşma ve veri alışverişi olanağı sunan bir sistem geliştirilmiştir. AT&T ve daha sonra Bell Systems, 17 Haziran 1946’da, Missouri’de bulunan St. Louis’de dünyanın ilk cep telefonu servisini başlatmıştır. Ancak telefonun fiziksel ağırlığı, iletişim maliyeti ve aynı anda sistemi sadece üç abonenin kullanabilmesi gibi sınırlılıklar hizmetin yaygınlaşmasını ve genişlemesini engellemiştir. 1973’te Motorola tarafından geliştirilen cep telefonunun ağırlığı 1 kg, pil süresi ise 20 dakikadır. Fakat cep telefonlarının genel kullanımı çok daha sonra olmuştur. 1979 yılında Japon telekomünikasyon firması NTT (Nippon Telegraph and Telephone), 1981’de İskandinav ülkeleri ve 1983’te de ABD cep telefonu hizmetini başlatmış olsa da telefon ücretleri hâlâ çok yüksektir. Örneğin ilk telefonlardan Motorola DynaTAC’ın etiket fiyatı yaklaşık 4000 dolardır. Bu nedenle, cep telefonlarının yaygın kullanımı için cep telefonu teknolojisinin ilerlemesini, telefonların küçülmesini ve ucuzlamasını beklemek gerekecektir. 1993’te IBM’in geliştirdiği Simon adlı telefon, telefonların bilgisayarlaştırılması yönünde önemli bir adımdır. Simon kısa sürede, Nokia, Erickson ve diğer üreticiler tarafından taklit edilir ve geliştirilir. 1997 yılında piyasaya giren Palm Pilot adlı cep bilgisayarı ile kullanıcılar kişisel verilerini bu cihaza kaydedebilmekte ve bilgisayarla veri alışverişi yapılabilmektedir. Hatta sonraki modellerinde cihaza internete erişim yeteneği de eklenecektir (Greengard, 2015).

Mobil teknolojilerdeki bu gelişmeler, kullanıcıları tatmin etmekten uzak olmasına karşın nesnelerin internetine giden yolu döşemektedir. Nesnelerin internetinin ilk olarak ne zaman ortaya çıktığını tam olarak söylemek zordur. Fakat mobil teknolojileri, diğer teknolojilerin etrafında döndüğü bir güneş olarak yorumlayan Greengard’a (2015) göre ilk kıvılcım iPhone ile Apple’dan gelmiştir. 2007 yılında lanse edilen iPhone, 2010’da iPad’in geliştirilmesi ve bunları takip eden diğer akıllı telefon ve tabletler enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yeni bir dönemin kapısını aralamıştır. Bugün kullanılan birkaç yüz dolarlık akıllı telefonlar bile astronotları aya gönderen Apollo Guidance Computer’dan daha fazla işlem gücüne sahiptir (age).

Dünyadaki akıllı telefon kullanıcıların sayısı da internete mobil cihazlarlar erişim oranı da giderek artıyor. Mobil teknolojiler insanların enformasyona erişme ve onu paylaşma biçimlerinde köklü değişiklikler yapıyor. Diğer yandan, teknolojinin kendisi de hız ve nitelik açısından ilerliyor. Akıllı telefonlarımız hızla gelişiyor ve her geçen gün daha “akıllı” oluyor; kamera ve mikrofon özelliklerinin yanı sıra çeşitli algılayıcılarla yetenekleri ve yaşamı kapsama alanları genişliyor. Akıllı telefonlarla, televizyonlar uzaktan kumanda edilebilir; termostatlar işletilebilir; akıllı uygulamalar yönetilebilir; banyodaki tartı, bebek telsizi, otomobil, eksersiz araçları ile etkileşime geçilebilir. Araçların hareketi ve düzgün çalışıp çalışmadığı uzaktan izlenebilir. Çeşitli algılayıcılarla telefonlara akla hayale gelmeyecek yeni işlevler kazandırılabilir. Greengard’e (2015) göre algılayıcı, yazılım ve pilden kaynaklı teknik kısıtlılıkları saymazsak (bunlar da sürekli iyileştiriliyor) insanların yapabilecekleri sadece hayal güçleriyle sınırlı. Aslında PC’lerden sonra, kullanıcıların ellerindeki cihazı üreticinin öngördüğü amaçlardan farklı biçimlerde kullanmasını engelleyen, kullanıcıları etkisizleştiren kapalı kutu bilgisayarlara doğru bir eğilim vardı. Son gelişmeler, kullanıcıların üretici ve yaratıcı potansiyelini harekete geçirebilir. Erken yaşlarda verilen kodlama eğitiminin de buna katkısı olabilir.

RFID

Nesnelerin internetinde yer alan nesneler baştan fiziksel ve baştan dijital şeklinde iki gruba ayrılmaktadır. Baştan fiziksel nesneler, teknolojik bir destek olmadan ağa bağlanamayan nesnelerdir. Baştan dijital nesneler ise en baştan dijital dünyanın bir üyesi olarak doğarlar ve bir destek olmaksızın bağlanabilirlik özelliğine sahiptirler. Örneğin bir kitap, baştan fiziksel bir nesnedir. Ama dijital etiketleme yoluyla nesnelerin internetine dahil edilebilir. Bir e-kitap okuma cihazı ise nesnelerin internetinin asli üyesidir. Sonuçta, her ikisi de ağın bir üyesi olmasına rağmen ağda sundukları avantajlar farklıdır. Normal bir kitap ağa dahil edildiği zaman yapabileceği çoğunlukla “ben buradayım” demek ve kütüphane görevlisinin onu bulmasını kolaylaştırmak olacaktır. E-kitapta ise okuyucunun kitapla etkileşimi ve davranışları izlenebilmektedir. Fakat çeşitli ekonomik nedenler ve alışkanlıklar nedeniyle baştan fizikselden baştan dijitale doğru bir değişimin kısa süre içinde gerçekleşmesi pek olanaklı değildir. Bir süre daha aynı ağda var olmaya devam edecekler.

Bu bağlamda, RFID teknolojisi, iBeacon, NFC, barkod, QR kodlar ve sayısal damgalama ile fiziksel ve sanal dünya arasında kurulan köprülere ihtiyaç vardır. Bu köprülerin başında da nesnelerin RFID ile etiketlenmesi gelmektedir. Bunun için canlı ya da cansız nesnelerin üzerine veya içine çip ve antenden oluşan RFID etiketleri yerleştirilmektedir. Daha sonra çipin içindeki bilgiler, antenle RFID okuyucuya iletilebilmektedir. Etiket ve okuyucu arasındaki iletişim RF (Radyo Frekans) sinyalleriyle gerçekleşir. RFID etiketleri bir güç kaynağıyla (çoğunlukla pil) çalışıyorsa aktif RFID olarak adlandırılır. Hem aktif hem de pasif RFID etiketi, RFID okuyucu yakınına geldiğinde otomatik olarak sinyal ve veri gönderir. Pasif RFID’nin cazip yanı etiketlerin bir müdahale olmaksızın yaklaşık 20 yıl çalışabilmesi ve her birinin sadece birkaç sent olmasıdır. Okuyucu, RFID etiketine yaklaştığında okuyucudaki sargılı antenle etiket manyetik bir alan oluşturur ve böylece etiket gerekli enerjiyi okuyucudan elde eder (Greengard, 2015).

RFID etiketlerin tekil bir kimlik kodu olmakta; RFID yazıcılarla çiplere çoğunlukla fazla yer kaplamayan ürün kodu ve adı bilgileri yazılabilmekte; daha fazla bilgi saklamak gerektiğinde bellek kapasitesi artırılabilmektedir. Bunun yanında, RFID etiketleri içindeki bilgilere erişimi kısıtlamak da mümkündür. RFID teknolojisi, depolardaki ürünlerin takibi, mağaza güvenliği, işçi güvenliği, hayvanların takibi ve personelin takibi (!) amacıyla kullanılabilir (Kullanım alanları hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.rfid-turkiye.com/).

Burada RFID sadece bir örnektir. Amaç dijital olmayan nesneleri ağa dahil etmektir ve bu doğrultuda, yeni gelişmeler sonucunda yerini farklı bir teknolojiye bırakabilir, ihtiyaca göre iBeacon, NFC, barkod gibi teknolojiler daha uygun olabilir. Örneğin, bazı durumlarda, akıllı telefonlar için daha elverişli olması nedeniyle Apple’ın geliştirdiği iBeacon protokolünü kullanmak daha işlevsel olabilir (RFID ve iBeacon karşılaştırması için bkz. https://blog.beaconstac.com/2015/10/rfid-vs-ibeacon-ble-technology/)

Algılayıcılar

Nesnelerin internetini oluşturan bir diğer teknoloji algılayıcılardır. Algılayıcılar, çevredeki olayları ve değişimleri tespit eden cihazlardır. Hem algılayıcı teknolojisindeki radikal ilerlemeler hem de minyatürleştirme sonucunda algılayıcılar nesnelerin internetinin duyu organları haline gelmiştir; ağ onlarla görmekte, işitmekte, hissetmekte, koklamakta ve tatmaktadır. Örneğin, San Francisco’daki Adamant Technologies şirketi tat ve kokuyu sayısallaştıran bir teknoloji üzerinde çalışmaktadır. Şirket, güzel koku ve tatların tespiti için yaklaşık 2000 algılayıcı kullanmaktadır. İnsan burnundaki algılayıcı sayısı ise 400 civarındadır. Texas Üniversitesi de yiyeceklerdeki beş temel tadı tespit edebilen bir çip geliştirmiştir. Bu beş temel tadın dördü ekşi, tuzlu, acı ve tatlıdır. Beşincisi ise lezzetin bir ölçüsü olarak görülen umamidir (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Umami). Duyu organlarının algılayıcılar yardımıyla genişletilmesinin çok çeşitli uygulama alanları olabilecektir. Bu teknoloji ile nefes darlığı oranı ölçülerek hasta yaklaşmakta olan astım krizleri hakkında uyarılabilir. Yine başka bir çalışmada, köpeklerin sağlıklı görünen insanlardaki melanoma tümörünü koklayarak fark edebildiği tespit edilmiştir (http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1570023213002730). Araştırmacılar aynı biyoişaretlerden yola çıkarak geliştirdikleri nanoteknoloji algılayıcılarla kanseri ilk evrelerinde teşhis edebilmeyi hedeflemektedir (Greengard, 2015).

Belki yakın zamanda cep telefonlarında sanal burunlar olacak. Kişinin alkollü olup olmadığı cep telefonları ile ölçülecek. Ya da akıllı otomobiller motoru çalıştırmadan önce alkol testi yapacaklar ve sürücünün alkollü olduğu tespit ettiklerinde aracı çalıştırmayacaklar. Ve yine algılayıcılar sayesinde bu önlemin de fazla bir ömrü olmayacak, şu an ilk örneklerini gördüğümüz sürücüsüz arabalar yaygınlaşacak.

Bugünkü çalışmalara bakarak gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımız hakkında tahminlerde bulunabiliriz. Giyilebilir teknolojiler yaygınlaşacak, ayakkabılara ve giysilere daha çok algılayıcı gömülecek; kalp atış hızı, terleme, yakılan kalori ve besin ihtiyacı gibi bilgiler anlık olarak takip edilecek; yıllık genel sağlık kontrolü için hastaneye gitmeye gerek kalmayacak; kritik hastalar yedi gün yirmi dört saat algılayıcılarla izlenebilecek. Hatta doktorlar insan vücuduna mikro algılayıcılar ve nanobotlar yerleştirebilecekler.

Şehirler algılayıcılarla donatılacak, kaynak planlaması algılayıcılardan gelen veriler doğrultusunda yapılacak. Bunun ilk örneklerine şimdiden rastlanmaktadır. Örneğin Finlandiya’da dolmak üzere olan çöp bidonları o bölgede görevli bir çöp kamyonuna sinyal göndermekte ve böylece çöp toplamada %40 tasarruf sağlanmaktadır. Fransa’nın Nice kentinde akıllı bir park sistemi ile sürücülerin açık alanlar hakkında gerçek zamanlı olarak uyarılması trafik sıkışıklığını ve CO2 emisyonunu azaltmıştır. Gelecekte algılayıcılar sayesinde hem ev hem de kent ölçeğinde su ve enerji tasarrufu sağlanabilecektir. Greengard (2015) yakıtta sağlanacak %1’lik bir tasarrufun bile ekonomiye milyar dolarlık bir katkıda bulunacağını belirtmektedir. Ayrıca nanobot insansız hava araçları ve robot böcekler çevre kirliliğine ve zararlı böceklere karşı mücadelede veya depremde göçük altında kalan insanlara ulaşabilmek için kullanılabilecektir.

Çok kısa zaman sonra bu öngörülerin çoğu gerçekleşecek. Bundan kuşku duymuyorum. Ama tablonun bu kadar pembe olduğunu da düşünmüyorum. Her şeyden önce nesnelerle baş başa değiliz. Bir diğer deyişle, elimizdeki akıllı telefonlarla etrafımızda dönen nesneleri kontrol ettiğimiz, inisiyatifin bizde olduğu büyük ve de tehlikeli bir yanılgı. RFID ve algılayıcı teknolojileri masum görünebilir. Fakat akıllı telefonların en büyük iki sahibi Apple ve Google kullanım pratiklerini biçimlendirecek güce sahipler. Bunun yanında, nesnelerin interneti için yapılan reklamlar insanları yeni fikirler ortaya atmaya ve bunları gerçekleştirmeye davet ediyor. Ancak etkili ve geniş çaplı bir yenilik için nesnelerin internetinin basitçe akıllı telefonların algılayıcılarla iletişimi olmadığını, büyük veri ve bulut bilişimin nesnelerin internetinin önemli bir bileşeni olduğunu atlamamak gerekiyor. Greengard (2015) makinelerden elde edilen verinin toplam verinin sadece %15’i olduğunu ve 2025’te ise bu oranın %50 civarında olacağını belirtmektedir. Nesnelerin internetinin yakıtı veridir. Acaba bu yakıt kimlerin kontrolünde olacak?

Büyük Veri

Uluslararası Veri Kurumu’na göre 2020 yılında dünyadaki veri miktarı 40 Zettabayt olacak (http://www.siemens.com/press/pool/de/feature/2014/corporate/heuring-factsheet-en.pdf):

1 Zettabayt = 1000 Eksabayt = 1 milyon Petabayt = 1 milyar Terabayt = 1 trilyon gigabayt

1 Zettbayt = 250 milyar DVD

Morozov’un konuşmasında işaret ettiği gibi nesnelerin internetinin temelinde algılayıcılardan elde edilen devasa veri var (https://www.youtube.com/watch?v=h_MI0YpcD4k). Kısa bir süre öncesine kadar daha çok sosyal medya bağlamında tartışılan büyük veri, nesnelerin interneti ile ivme kazanmıştır. Büyük veri, 3V’deki artış ile tanımlanmaktadır. Birinci V (volume), veri hacmi için kullanılmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi nesnelerin interneti, sıradan nesneleri de ağa katarak dünyadaki veri miktarı artırmaktadır. İkinci V (velocity), verinin oluşturulma ve değerlendirilme hızındaki artışı anlatmaktadır. 2012 tarihli bir yazıda (http://www.datasciencecentral.com/forum/topics/the-3vs-that-define-big-data) hız için her gün atılan tweet sayısı örnek verilmektedir. Nesnelerin internetinde veri artış hızı bunun çok daha ötesindedir. Son zamanlarda, veriye erişim ve bu veriyi işleme hızını artırma konusundaki girişimlerin arkasındaki en önemli nedenler biri de nesnelerin internetinin altyapısını güçlendirme kaygısı vardır. İkinci V’nin yüksekliği hem birinci V’yi hem de büyük veriden elde edilebilecek kazanımları etkileyecektir. Üçüncü V (variety) ise veri çeşitliliğidir. Algılayıcı teknolojisindeki gelişmeler veri çeşitliliğini artırmış ve gerçekliğin bilgisayarlarca daha bütünsel ve berrak algılanabilmesini sağlamıştır.

Büyük verinin sanayide çok farklı alanlarda kullanımı vardır. Örneğin bir Boeing 737 motoru her yarım saatte 10 terabayt veri üretmektedir. Çift motorlu uçak, New York’tan Los Angeles’a altı saatte uçtuğunda mühendisler, 240 terabaytlık veri yığını elde etmektedir. Mühendisler bu veriyi, uçağın motorunun performansını ve sağlığını analiz etmek için kullanmaktadırlar (http://www.wipro.com/documents/Big%20Data.pdf).

McKinsey Global Institute’nün raporuna göre büyük verinin imalatta ürün geliştirme maliyetlerini %50 ya da daha fazla azaltabileceği tahmin edilmektedir (http://www.mckinsey.com/business-functions/digital-mckinsey/our-insights/big-data-the-next-frontier-for-innovation). Ayrıca yalnız firmaların değil hükümetlerin elinde de planlı bir ekonomi için eşsiz bir fırsat vardır. Samanlıkta iğne aramak artık hem olanaklı hem de pratiktir (https://www.whitehouse.gov/sites/default/file/doc/big_data_privacy_report_may_1_2014.pdf). McKinsey’e göre nesnelerden elde edilen veri daha çok anomalileri tespit ve kontrol için kullanılmaktadır. Bu veri, optimizasyon ve öngörü için kullanıldığında daha büyük bir kazanım elde edilecektir (http://www.mckinsey.com/business-functions/digital-mckinsey/our-insights/the-internet-of-things-the-value-of-digitizing-the-physical-world).

Fakat burada fazla iyimserliğe kapılmadan önce, verilerin pasif olmadığını aktif olma arzusu taşıdığını söyleyen Morozov’a kulak vermeliyiz (https://www.youtube.com/watch?v=h_MI0YpcD4k). Morozov’a göre büyük veri birçok uygulamada insan davranışını biçimlendirmeye çalışmaktadır. Yine teknolojinin tarafsız olduğunu, her teknoloji gibi büyük verinin de toplum lehine ya da aleyhine kullanılabileceğini savunanlar çıkabilir. Ancak teknoloji büyük beşli tarafından tasarlanıyor ve yönlendiriliyor, nesnelerin internetinin yakıtı büyük veri bu büyük beşlinin bulutlarında saklanıyorsa teknolojin tarafsız olmasını beklemek biraz saflık olacaktır. Ayrıca veriden elde edilebilecek bilgi veri miktarına bağlı olarak artmaktadır. Örneğin, Ayşe’nin, kendi kişisel verisinin analizinden (örneğin sağlık verisi) elde edebileceği bilginin x, Ali’ninkinin de y olduğunu varsayalım. Ayşe’nin ve Ali’nin verileri bir merkezde bir araya getirildiğinde Ayşe’nin elde edebileceği bilgi x’ten, Ali’ninki de y’den fazla olacaktır. Nesnelerin internetindeki işleyiş çoğunlukla algılayıcılardan ve diğer etkinliklerden sağlanan verilerin bir merkezde (bulutta) toplanması, akıllı telefonlarla da ihtiyaç duyulan bilginin buradan çekilmesi şeklindedir. Dolayısıyla akıllı telefonların sınırlı bir aklı vardır, üst akıl buluttur.

Bulut Bilişim

TSE’nin (2013) tanımına göre ise bulut bilişim, “işlemci gücü ve depolama alanı gibi bilişim kaynaklarının ihtiyaç duyulan anda, ihtiyaç duyulduğu kadar kullanılması esasına dayanan, uygulamalar ile altyapının birbirinden bağımsız olduğu ve veriye izin verilen her yerden kontrollü erişimin mümkün olduğu, gerektiğinde kapasitenin hızlı bir şekilde arttırılıp azaltılabildiği, kaynakların kullanımının kolaylıkla kontrol altında tutulabildiği ve raporlanabildiği bir bilişim türüdür.”

Bulut bilişim için başkalarının kendi bilgisayarlarını talebin kapsamına göre kiraya vermesidir de diyebiliriz. Bulut bilişimle bilişim, elektrik ve su gibi bir kamu hizmeti olarak ele alınmaktadır. Douglas Parkhill’in 1966’da basılan The challenge of the computer utility adlı eserinde savunulan, bilişimin bir kamu hizmeti olması kişisel bilgisayar devrimi nedeniyle biraz gecikmiş olsa da şimdi daha güçlü ve tartışmasız bir biçimde ortaya çıkmıştır. Yazılım, donanım ve depolama gibi çeşitli hizmetler internet üzerinden sunulmaktadır. Greengard (2015) bulut bilişim altyapısı olmadan bir kuruluşun ya da hükümetin nesnelerin interneti için gerekli olan depolama altyapısını sağlayabilmesinin neredeyse imkansız olacağını savunmaktadır. Verileri bir yerde toplanmadığı zaman genel analizi zorlaştıran veri adacıkları olacaktır. Bulut bilişim sayesinde akıllı telefonlar, kendi kapasitelerinin çok üzerinde bir bellek ve işlem gücüyle elde edilebilecek sonuçları hizmet olarak buluttan çekebilmektedir. Dolayısıyla bulut bilişim sıradan bir veri ambarı değil, verileri işleyerek muhasebe, pazarlama, müşteri ilişkileri vb. hizmetleri üreten bir veri fabrikasıdır.

Sonuç

Şu anki bulut mimarisinin öne çıkarılması tasarımsal bir tercihtir. Hem de internete atfedilen demokratiklik, adem-i merkeziyetçilik ve çoğulculuk özelliklerine karşı bir tercihtir. Özgür internet yerini daha zayıf rakiplerini saf dışı bırakmakta ustalaşmış Amazon, Microsoft, IBM ve Google’ın bulutuna bırakmaktadır. Bir diğer ifadeyle, insanların internetinden nesnelerin internetine geçiyoruz.

Mosco (2016) bu geçiş sürecindeki temel sorunları şöyle listeliyor:

  • Gücün bir avuç şirkette ve askeri istihbaratın elinde toplanması
  • Büyük veri merkezlerini ayakta tutabilmek için çevreye verilen zararlar ve harcanan enerji
  • Mahremiyet ve güvenliğe yönelik tehditler
  • Otomasyon sistemlerinin insan emeği üzerine etkisi

Günümüzde Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore’nin “milli” internet girişimlerini tartışırken özellikle yeni internetteki başlıca oyuncuların bir avuç ABD’li şirketten oluştuğu ve yeni internetin gelişimini sıkı sıkıya kontrol ettikleri gözden kaçmamalıdır. Örneğin, Amazon bulut marketinin üçte birini elinde tutmaktadır; bulut bilişim ve nesnelerin internetinin oldukça güçlü bir oyuncusudur. Amazon, Google ve Microsoft indirim stratejisiyle hizmetlerinin fiyatlarını daha güçsüz şirketlerin baş edemeyeceği seviyelere çekmekte, rakipleri ortadan kalktığında fiyatları eski seviyesine çıkarmaktadır. Facebook ve Apple, eski internetteki güçlerini kendilerine yeni internette yer açabilmek için kullanmaktadır. IBM, Oracle, HP ve Cisco gibi eski devler, hala destek verdikleri eski sistemleri biraz ayak bağı olsa da kendilerini yeni internete hazırlamaktadırlar. Bu arada, fazla dikkat çekmeyen ama önemli bir dönüşüm içinde olan General Electric, fabrikaların nesnelerin internetiyle yeniden yaratılması üzerinde çalışmaktadır.

Mosco (2016) benzer bir sürecin elektriklendirme, telgraf, telefon ve yayıncılıkta da ortaya çıktığını, suistimallerin ve dengesiz fiyat artışlarının kontrolünün kamu mülkiyeti ve düzenlemeyle sağlandığını belirtmekte ve hemen ardından düzenleme ve kamu sahipliğinin pek revaçta olmadığı bir dünyada bunun uygulanabilme ihtimalinin düşük olduğunu eklemektedir. Bunun yanında, geçmişte olduğu gibi şimdi de güçlü şirketlerin askeri ve istihbarat topluklarıyla yakın ilişkisi piyasadaki hegemonyalarını kurmalarına yardımcı olmaktadır. Buna karşı tek ciddi karşılık Çin’den gelmektedir (age).

Mosco (2016) gücün bir avuç şirketin elinde toplanmasının yukarıda belirtilen diğer sorunların çözümünü de zorlaştırdığını vurgulamaktadır. Örneğin, bulut bilişim merkezlerinin harcadığı enerji ve çevreye verdikleri zarar giderek artmaktadır. Bulut mimarisi, kablolu ağlara göre çok daha fazla enerji tüketmektedir. 2017’de veri merkezlerinin küresel elektrik şebekenin %12’sini kullanması beklenmektedir. Ağa bağlanacak nesneler ve algılayıcıların enerji tüketimini artıracağı da unutulmamalı. Ayrıca üstü örtülen konular arasında su kaynaklarının bulut bilişim merkezlerinin soğutulması için kullanılmasından kaynaklı çevre sorunları da vardır. Ne yazık ki şirketler yerel yönetimler üzerinde ekonomik güçlerini kullanarak vergi muafiyeti ve enerji ücretlerinde indirim elde edebildikleri gibi çevre düzenlemelerinden de kaçınabilmektedir.

Nesnelerin internetindeki bir diğer büyük tehlike de siber saldırılardır. Yaşam dijitalleştikçe siber saldırılara daha açık hale gelmektedir. Bilgisayar korsanları, Estonya’nın 2007 yılında maruz kaldığı saldırıların daha etkilisini gerçekleştirebilirler. Ancak buna karşı (en azından kısmen etkili) çözümlerin geliştirilebileceğini düşünüyorum. Asıl büyük tehlike hükümetlerden ve şirketlerden gelecektir. Guardian’dan Julia Powles, nesnelerin internetini gelmiş geçmiş en büyük kitlesel gözetim aygıtı olduğunu savunmaktadır (https://www.theguardian.com/technology/2015/jul/15/internet-of-things-mass-surveillance). Sosyal medya gözetiminden söz ederken karşımızda çok daha derin ve etkili bir gözetim aygıtı gelişmektedir. Hükümetler vatandaşlarını daha sıkı kontrol edecek, sigorta şirketleri alacakları riski azaltmak için müşterilerine ait verileri inceleyecekler ve kısaca, veriye sahip olan ya da ona erişim yetkisi olan herkes bunu kişi davranışlarını kontrol etmek ve yönlendirebilmek için kullanabilecektir.

Nesnelerin internetiyle gerçekleştirilecek otomasyon süreçleri birçok alanda insan emeğini gereksizleştirecek ve beyaz yakalılar da bunun dışında kalamayacaktır. Teknolojinin yeni, yeterli ve tatmin edici işler yaratıp yaratamayacağı önemli bir tartışma konusu. Fakat şimdiden bulut kaynaklarının kullanımıyla kuruluşların bilgi işlem departmanları tasfiye edilmekte veya küçültülmektedir. Bu hem işsizliğe hem de teknolojik bilginin buluta doğru havalanmasına neden olmaktadır. Bilişim hizmetlerinin yanında pazarlama ve müşteri ilişkileri de buluta taşınan hizmetlerdendir. İstihdam sorununun yanı sıra çalışanlar üzerindeki baskının artacağı da söylenebilir. Çalışanların derilerinin altına gömülen RFID çipleri ile nesnelerin internetine yeni bir nesne olarak dahil edilmeleri (http://www.bbc.com/news/technology-31042477) yaygınlaşabilir.

Bu sorunlara karşı ne yapılabilir?

Mosco’ya (2016) göre öncelikle bu sorunların sadece teknik değil, toplumsal sorunlar olduğunu kabul etmek gerekiyor. Morozov’un (2013) çözümcülük olarak adlandırdığı sorunları dijital çözümlerle aşma girişimi sorunun kökenlerine inemediğinden daha çok yeni sorunlar yaratmaktadır. Büyük şirketlerin gücü elinde toplaması ve düzenlemeden kaçınması politik bir sorundur ve çözümü de politiktir. İnternette, şirketlerin aç gözlü politikalarına dur diyecek, herkesin teknolojiden eşit olarak yararlanabildiği ve özgür erişim hakkının güvenceye alındığı bir düzenlemeye gereksinim var. Fakat bu talebin suyun, enerjinin, sağlığın ve eğitimin metalaşmasına karşı çıkan daha geniş bir siyasi programla birleşmesi gerekiyor.
Kaynaklar

Greengard, S. (2015). The Internet of Things. MIT Press.

Morozov, E. (2013). To save everything, click here: Technology, solutionism, and the urge to fix problems that don’t exist. Penguin UK.

Mosco, V. (2016). After the Internet: Cloud Computing, Big Data and the Internet of Things. L’internationalisation de la culture, de l’information et de la communication: quels enjeux contemporains?, 145.

Türk Standardları Enstitüsü (2013). Bulut Bilişim Güvenlik ve Kullanım Standardı (Taslak), https://www.tse.org.tr/upload/tr/dosya/duyuruyonetimi/1082/12122014170015-2.pdf son erişim 18/01/2017

 

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir