Kulağımız telefonda. Yeni mesaj uyarısıyla yaptığımız işi yarıda bırakıyor ve hemen telefonumuza sarılıyoruz. Gelen mesajı okuduktan sonra sosyal medya hesaplarımızı kontrol etmeyi de ihmal etmiyoruz. Çalışırken bir anda aklımıza geliyor: Ya yeni eposta geldiyse ve uyarı sesini duymadıysak? Yine telefonumuza uzanıyor, eposta ve diğer mesajlarımızı kontrol ediyoruz. Çoğu zaman yeni bir eposta olmuyor ama hazır telefon elimizdeyken sosyal medyada yeni bir şey olup olmadığına bakmaktan kendimizi alamıyoruz. Bazen sadece can sıkıntısından telefonu elimize alıyor, sosyal medyaya göz atıyor ve tekrar işimize konsantre olmaya çalışıyoruz. Bu kesilmeler gün boyu devam ediyor. Telefonumuz çekmediğinde tedirgin oluyoruz. Yatmadan önce son bir kez eposta, WhatsApp, Telgram vs’de yeni bir ileti olup olmadığına bakıyoruz. Sonra parmaklarımız yine sosyal medya hesaplarımıza gidiyor. Henüz birkaç dakika önce bakmış olmamıza rağmen yeni bir şey olup olmadığını kontrol ediyoruz. Sabah kalkar kalkmaz yaptığımız şeylerden biri yine telefonumuza bakmak: Yeni bir mesaj var mı? Ben uyurken sosyal medyada ne oldu?
Eposta, 1971’de geliştirildi ve kısa sürede insanları birbirine bağlayarak internetin ilk gözde uygulaması oldu. 1970’lerin başında, ARPA (Advanced Research Projects Agency – İleri Araştırma Projeleri Birimi) direktörü olan Stephen Lukasik, iş için bir yere gittiğinde yanında telefonla konuşma özelliğine sahip 14 kiloluk bir terminal taşıyor ve telefon bağlantısı olan her yerde epostalarını kontrol ediyordu. O da bir çoğumuz gibi sürekli mesajlarını kontrol etme isteği duyuyordu ve muhtemelen tarihin ilk infomanyağıydı (epostalara ve mesajlara bakma saplantısı olan). İnfomanya, 1990’lardan sonra giderek tüm dünyayı etkisi altına alacak, sosyal medya ve akıllı telefonlarla beraber daha da yoğunlaşacaktı (Wu, 2017).
Kendini bu bağımlılıktan kurtarabilenler de vardı. “The Art of Computer Programming” serisinin yazarı, ünlü bilgisayar bilimci Donald Knuth, 1 Ocak 1990’dan beri bir eposta adresinin olmadığını duyurmuştu. Knuth web sayfasından yaptığı duyuruda (https://web.archive.org/web/20200409005951/https://www-cs-faculty.stanford.edu/~knuth/email.html), 1975’ten beri kullandığı epostayı, konsantrasyonunu olumsuz etkilediği için bıraktığını belirtiyordu. İletişim için normal posta adresini veriyor ancak mesajlarla altı ayda bir ilgileneceğini yazıyordu. İsteyen faks da gönderebilirdi. Ama onlara da yılda bir bakacaktı.
Sık sık, bir uyarı mesajı duymamamıza rağmen, yaptığımız işi bırakarak eposta mesajlarımızı kontrol ediyoruz. Çoğu zaman bunun farkında bile değiliz. Örneğin Gazzaley ve Rosen’in (2019) aktardığı bir araştırmaya göre her üç kişiden biri on beş dakikada bir epostalarını kontrol ettiğini söylemesine rağmen bu süre aslında beş dakikada birdi. Bir başka araştırmaya göre iki dakikadan az süren eposta bakma seanslarından sonra insanların nerede kaldıklarını hatırlamaları ortalama 68 saniye sürüyordu (age s.142).
Yoksa eposta, sosyal medya, akıllı telefon vb teknolojiler olmasaydı dünya daha mı güzel olurdu? Çoğumuz Knuth kadar şanslı değiliz. İstesek de kendimizi dijital dikkat dağıtıcılardan tamamen soyutlayamayız. Son zamanlarda sıkça gündeme gelen dijital detosklarda olduğu gibi dijital teknolojilerden sadece belirli bir süre uzak kalabiliyoruz. İnsanlar teknolojik cihazlarını yanlarına almadan tatile çıkmaya, belirli bir süre Facebook’a girmemeye, hiçbir teknoloji kullanmadan bir hafta sonu inzivaya çekilmeye teşvik ediliyor ve popüler basında çeşitli detoks başarı öyküleri yayınlanıyor (age s.254).
Dijital detoks insanın belirli bir süre kendini iyi hissetmesini sağlayabilir. Ama ya sonra? Er ya da geç gerçek hayata dönmek zorunda kalıyoruz. İnternette ve çoğunlukla sosyal medyada zaman akıp gidiyor. Boşa harcadığımız saatler için kimi zaman pişman oluyoruz. Ancak ertesi gün kendimizi yine aynı girdabın içinde buluyoruz. Buna karşı ne yapabileceğimizi tartışmadan önce sorunu açık seçik ele almak gerekiyor.
Bir etkinliğin (iş, ders çalışma, kitap okuma, sohbet vs) ortasında gelen bir mesaj sesi veya aniden ortaya çıkan ‘mesajlarımı kontrol etmeliyim’ dürtüsünün yarattığı sorunlara en baştan bakalım.
Neden Dikkatimiz Dağılır?
Eposta, sosyal medya, anlık mesajlaşma uygulamaları (Messenger, WhatsApp, Telegram vb) dikkatimizi dağıtıyor. Peki çok sık kullandığımız bu sözcük, dikkat nedir? Gazzaley ve Rosen (2019, s.50), “Dağınık Zihin” adlı kitaplarında dikkati tartışmaya onun en temel özelliğinden, seçicilikten başlıyorlar. Susamış ve dereden su içmek isteyen bir atamızı ele alıyorlar. Atamız, susamış olmasına rağmen doğrudan dere kenarına yaklaşmaz. Geçmiş tecrübelerinden dere kenarında her an saldırabilecek yırtıcı hayvanların olabileceğini bilmektedir. Önce etrafı kolaçan eder. Çalılıkların arasında jaguarın siyah benekli sarı turuncu kürkünü seçmeye çalışır. Havayı koklar, jaguarın ayırt edici kokusunu almayı dener. Kulağını kabartır, jaguarın zar zor duyulan hırıltısını duymaya çalışır.
Kısacası, gözü çalıların arasından jaguarın kürkünü seçmeye; burnu farklı kokular arasında jaguarın kokusunu almaya ve kulağı ormandaki çeşitli sesler arasından jaguarın sesini duymaya çalışmaktadır. Seçici dikkat, birçok şeyin arasından bazı şeyleri algılamamıza yardımcı olan bir spot ışığı olmasının yanında eylem için de bir spot ışığıdır. Spot ışığının dışında kalan algıları baskılar; görünmez, koklanmaz, duyulmaz kılar. Bu nedenle atamız o anda orman tabanındaki kemirgenleri ya da ağaçtaki kuşların hışırtısını duymaz.
Gazzaley ve Rosen (2019, s.52), atalarımızın hayatta kalma şansını artıran seçici dikkatin üç yönü olduğunu belirtiyor: Beklenti, yönlülük ve sürdürülebilirlik.
Beklenti, seçici spot ışığını nasıl ve nerede devreye sokacağımızı belirleyen bir etkendir. Geçmiş olayların bilgisi geleceğimizi şekillendirmemize yardımcı olur. Yönlülük, seçici dikkatin mevcut hedeflerle ilgisi olmayan işaretleri göz ardı etmemizi sağlar. Bu işaretlerin baskılanamaması dikkatin dağılmasına neden olur. Sürdürülebilirlik ise seçici dikkati sürdürme becerimizle ilgilidir. Sıkıcı veya merak uyandırmayan durumlarda dikkatimiz kolayca dağılabilir. Yukarıdaki örnekteki atamızın hayatta kalabilmesi için dikkatini yeterli bir süre sürdürebilmesi, birkaç saniye etrafına bakındıktan sonra sıkılıp suya yanaşmaması gerekir.
Gazzaley ve Rosen (2019, s.55) seçici dikkatin yanında çalışma belleği ve hedef yönetiminin de önemli olduğunu yazıyor. Gazzaley ve Rosen’a (2019) göre çalışma belleği, algı ile gelecekteki eylemimiz arasındaki bir köprüdür. Çalışma belleği, kısa süreli bellektir ve gün boyu bilinçli olmadığımız bağlantılar kurar. Örneğin yukarıdaki örnekteki atamız yerini belli etmemek için çömeldiğinde dere ve çalılığın görüntüsü hâlâ zihnindedir. Hedef yönetimi ise “sınırlı bir zaman içinde birden fazla hedefe ulaşmaya çalışmamızı olanaklı kılan bir dizi beceriden oluşur.” (age s.56) Aynı anda birden fazla görevi yürütebilmemizi veya görevler arasında geçiş yapabilmemizi sağlar.
Bugün mücadele etmeye çalıştığımız dikkat dağınıklığının temelinde ise yukarıdaki üç temel bileşendeki (dikkat, çalışma belleği ve hedef yönetimi) işlevsel sınırlılıklar vardır. Bu sınırlılıklar, özellikle çoklu görevlere yöneldiğimizde daha çok belirginleşmekte ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Gazzaley ve Rosen (2019), kontrol kısıtlamalarındaki farkındalığın dikkat dağınıklığıyla mücadelede önemli olduğunu savunuyor (2019).
Dikkatin Sınırları
Odaklanma ve hedefimizle ilgili olmayan faktörleri göz ardı edebilmemiz yaşamsaldır. Buna karşı beynimiz karşımıza çıkan tüm bilgileri aynı anda eş zamanlı yorumlama kapasitesine sahip değildir. Her ne kadar yukarıdan aşağıya hedefler koyup bunlara odaklansak da odağımızda olmayan her şeyi dışarıda bırakamayız. Aşağıdan yukarı (örneğin yeni ve dikkat çekici uyaranlar) dikkatimizin dağılmasına neden olur. Gözlerimiz ve kulaklarımız görsel ve işitsel uyaranlara karşı oldukça hassastır. Sonuçta su içebilmek için jaguarı kontrol eden atamızın hayatta kalabilmek için yakınındaki bir zehirli yılanı da fark etmesi gerekir. Ancak atalarımızdan kalan bu miras, araba sürerken ve yola konsantre olmuşken akıllı telefondan gelen bir mesaj sesiyle dikkatimizin dağılmasına da neden olmaktadır.
Ayrıca dikkatimizi tek bir noktaya yoğunlaştırmak da sakıncalı olabilir. Atamızın belirli bir noktaya yoğunlaşması, orayı daha açık seçik görmesini sağlayabilir ama ya jaguar başka bir yerdeyse? Bu nedenle dikkatini bir zıpkın gibi değil, ağ gibi kullanmalıdır (age). Araba kullanırken de sadece yola bakmak yeterli olmaz; aniden yola atlayabilecek yayaları da dikkate alarak dikkatimizi bölüştürmemiz gerekir. Bu bölüştürme işlemi gerekli olmakla beraber dikkatimizi bölüştürme becerimiz oldukça kısıtlıdır (Aynı anda birden fazla etkeni dikkate almamız gereken bilgisayar oyunlarında bunu çok rahat görebiliriz).
Dikkati sürdürme becerimiz de sınırlıdır ve yapılan işe göre değişebilir. Öğrenciler, ev ödevlerini yaparken veya ders dinlerken odaklanmakta zorlansalar da bilgisayar oyunlarında bambaşka, oyuna aşırı odaklanan insanlar olabilir. Sıkıcı bir iş yapıyorsak ve zar zor odaklandıysak herhangi bir dış etkenin uygun zamanda ve uygun biçimde dikkatimizi dağıtması daha kolay olacaktır.
Gazzaley ve Rosen’in (2019) dikkatle ilgili belirttiği son kısıtlama ise onu bir yerden diğerine yönlendirmenin ve oradan geri çekmenin zaman almasıdır. Dikkat çelici bir uyarana baktıktan sonra tekrar asıl işimize odaklanmamız zaman alabilmektedir.
Çalışma belleği de dikkat gibi sınırlıdır. Hem saklayabileceği bilgi miktarı sınırlıdır hem de içerdiği bilgiler zaman içinde bozulabilmektedir. Ayrıca dikkat dağılması ve bölünme gibi bozucu etkilerden olumsuz etkilenmektedir.
Hedef yönetimi ise çoğu zaman kendimizi aldattığımız bir sınırlılığa sahiptir. Dikkat gerektiren görevleri etkin bir şekilde paralel işleme becerimiz kısıtlıdır. Örneğin, hoca dersi anlatırken epostalarını okuyan ve aynı anda iki işi yapabileceğini düşünen bir öğrencinin (gençlerde oldukça yaygın bir düşüncedir) dersin ucunu kaçırması işten bile değildir. Bunun yanında bir işten diğerine geçerken, özellikle daha karmaşık işlerde hız ve doğruluk performansı düşmektedir. Ama iyimserce aynı anda birden fazla işi yapabileceğimizi varsayarız.
Gazzaley ve Rosen (2019, s.32), iletişim teknolojilerinin insanları aynı anda birden fazla işle uğraşmaya itmesini açıklamak için insanın özünde bilgi arayan varlıklar olduğu hipotezini ortaya atıyor. Bilgi arama dürtümüzü tatmin etmek için dikkatimizi dağıtan davranışlarda bulunuyoruz. Nobel Ödüllü ekonomist Herbert Simon’un söylediği gibi (age. s.191),
Bilginin neyi tükettiği oldukça açık: Alıcısının dikkatini tüketiyor. İşte bu yüzden bu bilgi bolluğu dikkat eksikliği yaratıyor; dikkati, onu tüketebilecek sayısız bilgi kaynağı arasında etkin bir şekilde bölüştürme ihtiyacı doğuruyor.
Bir hayvan, yararlandığı yiyecek kaynağı tükenmeden başka bir kaynak bulmalıdır. Ancak yeni kaynak arayışının da bir maliyeti olacağından halihazırdaki kaynaktan en uygun zamanda ayrılmalıdır. Bu beceri, hayvanın hayatta kalma şansını artırır. Atalarımızın ve diğer canlıların yiyecek kaynaklarını bulup kullanmasına ek olarak biz de bilgi ihtiyacımızı tatmin için bilgi kaynakları arıyoruz. Normal koşullarda bir insanın belirli bir bilgi kaynağından yararlanması ve en uygun zamanda başka birine yönelmesi gerekir. Fakat günümüz teknolojisinin yarattığı bilgi kaynağı çeşitliliği ve başka kaynaklara geçiş maliyetinin azalması çok daha kısa bir sürede bir kaynaktan diğerine atlamamıza neden oluyor. Bunun yanında son zamanlarda bilgi arama faaliyeti içinde can sıkıntısı ve kaygının artması mevcut bir bilgi kaynağında kalma süremizi de azaltıyor.
Dolayısıyla dikkat dağınıklığını tartışırken bilgiye aç bir halde, sınırlı kapasitemizle (!) sık sık bizi hedefimizden saptırabilecek dikkat dağıtıcı unsurlara maruz kaldığımızı unutmamak gerekiyor. Özellikle de dış etkenleri baskılayarak göz ardı etmede yetersiziz. Aslında tam olarak yetersizlik de diyemeyiz, atalarımızı düşünürsek bunun hayatta kalmaya yardımcı özelliklerden biri olduğu da söylenebilir (‘that is not a bug that is a feature’). Bu nedenle, teknoloji (daha doğrusu iletişim teknolojileri) tek başına dikkat dağınıklığının nedeni olmamakla beraber dikkat dağınıklığını kışkırtan bir etken. Son yıllarda üç önemli teknoloji dikkatimizi olumsuz etkiledi : İnternet, sosyal medya ve akıllı telefonlar. Fakat yazının devamında göreceğimiz gibi dikkat dağıtıcı teknolojiler sadece bu iletişim teknolojileriyle sınırlı olmadığı gibi söz konusu teknolojileri bugünkünden farklı biçimde tasarlamak da mümkündü.
“Dikkat Tacirleri”
Sosyal medyadaki iletileri kontrol etmeye başladık mı çıkmak zor oluyor. Bilgisayar oyunları bağımlılık yapıyor, bırakamıyoruz. Youtube, öyle videolar öneriyor ki dakikalarca bir videodan diğerine atlıyoruz. Çünkü bu uygulamaların arkasındaki amaç zaten kullanıcıyı olabildiğince uygulama başında tutmak. Bilgisayar bilimci Jeff Hammerbacher’in 2011’de söylediği gibi bir kuşağın en keskin zekaları vakitlerini insanları reklamlara daha çok tıklar hale nasıl getireceklerini düşünmekle harcadılar (https://www.bloomberg.com/news/articles/2011-04-14/this-tech-bubble-is-different). Hala da devam ediyorlar…
Dolayısıyla sosyal medya ya da akıllı telefon dikkat dağıtıyor demeden önce kullandığımız uygulamaların zaten dikkatimizi ele geçirmek için tasarlandıklarını göz ardı etmemek gerekiyor. Tim Wu’nun Dikkat Tacirleri adlı kitabında anlattığı gibi “bedava cazibe merkezleri yaratarak hedef kitleyi bir arada toplamak ve kitlenin dikkatini en fazla parayı verene satmak” 19. yüzyıldan beri uygulanan ve sürekli gelişen bir iş modeli. Dikkat tacirliği, kimi zaman yeni iletişim teknolojiyle beraber farklı şekillerde karşımıza çıktı kimi zaman da tepkiler karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Ama temel strateji hep aynıydı gösterişli, daha parlak, daha dehşet verici uyarıcılarla insanların dikkatini çekmek. İşin kötüsü, bu iş modelini sınırlayıcı bir etik ilke de yoktu, hep daha cüretkar adımlar atıldı.
1833’te Benjamin Day, o zamanın gazetelerinden farklı olarak gazetesine reklam alarak gazetesini daha ucuza ve daha geniş bir kitleye satabileceğini fark etti. Gazete hem ucuzdu hem de okuyucuyu kendisine çeken hikayeler içeriyordu. Bugün bize olağan gelse de o zaman için riskli bir modeldi.
Day’den bugüne, dikkat tacirleri iki temel sorunla uğraşmak zorunda kaldılar. Birinci sorun, insanların zamanla bir uyarıcıya aşina hale gelmesiyle bunları daha rahat göz ardı edebilmesiydi. Bundan dolayı, bir zamanlar çekici görünen ve dikkat çeken şeyler artık yok sayılmaya başlandığında hep daha cüretkar hamleler geldi. Örneğin, Day’inki gibi gazeteler çıktıkça gazeteler daha sansasyonel ve kimi zaman uydurma haberlere başvurdular. İkinci sorun ise dikkatinin kötüye kullanıldığını (aptal yerine konduğu veya aldatıldığını) fark eden hedef kitlenin, “artık yeter” diyerek tacirlerin iş modelini aksatabilmesi ve dikkat tacirlerini geri adım atmaya zorlamasıydı. Örneğin, 19. yüzyıl başında insanların dikkatini şehrin dört yanına astıkları posterlerle ele geçirmek isteyen tacirlerin iş modeli bir süre sonra büyük itirazlarla karşılaşmış, şehir yönetimi posterlerin asılabileceği yerleri sınırlandırmak zorunda kalmıştı.
Dikkat tacirleri, her yeni teknolojiyle beraber, yaşamımıza girmenin yeni yollarını aradılar. ABD’nin eski başkanlarından Herbert Hoover, 1922’de (o zaman henüz ticaret bakanıydı) Birinci Washington Radyo Konferansı’nda yaptığı konuşmada “halka hizmet için, haberleri duyurmak için, kaliteli eğlence ve eğitim için, halkı önem derecesi yüksek ticari konularda bilgilendirmek için kullanılabilecek bu denli harika bir fırsatın, reklamcılığın gevezeliği içinde kaybolup gitmesine izin vermek tasavvur edilemez.” diyordu. Ayrıca New York’un en büyük sinema salonunun sahibi Samuel “Roxy” Rothapfel gibi reklamların radyoya uygun olmadığını, radyo üzerinden ayakkabı ya da başka bir şey satılmak istenirse kimsenin radyo dinlemeyeceğini düşünenler de vardı (age s. 104).
Belirli saatlerde tüm aile sessizlik içinde bir radyonun etrafında bir araya geliyor ve kendini bu büyülü kutuya bırakıyordu. Şirketler ilk başta sadece dolaylı yollardan (bazı programlara sponsor olarak) dinleyiciye ulaşabiliyorlardı. Doğrudan yaptığı işle ilgili program hazırlayan (Gilette, “sakalın tarihi” üzerine bilgilendirici bir programa sponsordu) şirketlerin sayısı azdı. Şirketler çoğunlukla müzikal programlara sponsor olarak reklamlarını yapıyordu. Dikkat tacirleri, ilk başta bazı programların daha çok insanı radyo başına toplayabildiğini ve bu dinleyici kitlesinin dikkatini satabileceklerini fark ettiler. Dikkat, artık radyo yayıncılığının ürünü olmuştu. Böylece dikkat tacirleri, dışarıda yaptıklarını insanların evlerinde de yapabilmeye başladılar. Program içine yerleştirilen reklamlar arttı ve neredeyse reklam arasında program yayınlanır oldu.
Dikkat tacirleri, 1930’larda zor günler yaşamalarına rağmen II. Dünya Savaşı sonrası artan tüketici harcamaları ve televizyonla beraber toparlandılar. Radyonun yerini alan televizyon insan zihnine daha net ve dolaysız erişim olanağı sağlıyordu. “Bay Kişisel Motivasyon” olarak tanınan ve pazarlama sorunu olan şirketlere danışmanlık yapan Ernest Dichter’in sözleri reklamcılığın geldiği noktayı açıklıyordu. Dichter, reklamcılığın yalnızca bir ürün hakkında bilgi vermek için değil insanın güdülerini ve arzularını manipüle etmek için var olduğunu söylüyordu. Dichter’a göre reklamlar, insanların satın almaktan kaçındıkları ürünlere ihtiyaç duymasını sağlayabilirdi. İnsanların televizyon hakkındaki karmaşık duygularını Orson Welles’in sözleri özetliyordu:
“Televizyondan nefret ediyorum. Fıstık yemekten nefret ettiğim gibi nefret ediyorum televizyondan. Başladım mı bırakamıyorum fıstık yemeyi.”
Televizyonculukta daha önce gazetecilik ve radyoculukta olduğu, daha sonra da internette olacağı gibi izleyicilerin dikkatini daha yüksek kârla satmaya çalışmak dışında bir rekabet yoktu. Bu nedenle, bir yandan reklamlar giderek çoğalırken diğer yandan programların içerik ve mantıkları reklamlara daha uygun hale getiriliyordu (age s.175)
Dikkat tacirlerinin amacı okuyucuyu, dinleyiciyi, izleyiciyi ve kullanıcıyı olabildiğince gazete, radyo, televizyon ve bilgisayar başında tutarak onu iknaya hazır hale getirmekti. Kullanılan yöntemler hep bir öncekinin daha gelişmiş versiyonuydu. Ama rekabet arttıkça gazeteler ilgiyi çekmek için daha cüretkar, kimi zaman da gerçek dışı haberler yayınlamaya başladılar. Yalan haberlerle okuyucuların dikkatini çekebiliyorlardı. Günümüzde Google veya Facebook, bu gazeteler gibi bilinçli olarak yalan haber üretmiyorlar. Fakat tık sayısını artırmayı hedefleyen algoritmalar insanları yalan haberlere yönlendirebiliyor. Televizyonlar, kullanıcıyı ekran başında tutmak için içeriği hep daha uçlara taşıdılar. Bugün de Zeynep Tüfekçi’nin TED konuşmasında söylediği gibi Youtube algoritmaları sayesinde vejetaryenlikle ilgili bir video izlerken kısa bir süre sonra vegan videoları izlemeye başlayabiliyorsunuz (https://www.ted.com/talks/zeynep_tufekci_we_re_building_a_dystopia_just_to_make_people_click_on_ads).
Bugün yapay öğrenmeyle geliştirilen çözümlerin ilk sürümleri, 1970’lerde filizlenmeye başladı. 1960’larda, daha bilgisayarlar bu kadar gelişmemişken idealist bir akademisyen olan Jonathan Robbin, veriyi ve bilgiyi insanlık yararına kullanabileceğine inanıyordu. Ama Wu’nun (2017) da belirttiği gibi o da bir süre sonra dünyayı kurtarmak amacıyla yola çıkan daha sonra bu çabalarını para kazanmaya çeviren akademisyenlerden biri olacaktı. Robin, 1978’de PRIZM (Snowden’ın ifşalarıyla ortaya çıkan küresel gözetim programının adı da PRISM’di) adını verdiği çalışmasıyla (Posta Kodu Bazlı Potansiyel Puanlama Endeksi) ABD nüfusunu, 40 alt kümeye ayırmıştı. Bugün bize olağan gelebilir, ama o zaman genel eğilim Amerikan halkını tek bir grupta ele almaktı. Robin, bilgisayarını yüz binlerce posta kodunu profillemek için kullanmış ve sonuçta “Bohem Karışım”, “Silahlar ve Kamyonetler”, “Genç Şehirliler” gibi kategoriler yaratmıştı. Örneğin “Bohem Karışım” içinde, “hiç evlenmemiş ya da boşanmışlar, genç Türkler, yaşı daha büyük profesyoneller ve Sandinista yararına dans geceleri düzenleyen zenci ve beyazlar” yer alıyordu. PRIZM projesi, ulusun aynı özelliklere sahip bir bütün olmadığı çeşitli kırılganlıklar, hassasiyetler ve arzular içeren bir mozaik olduğunu göstermişti. Ama en önemlisi, reklamcıların en büyük sorunu olan “insanların zamanla bir uyarıcıya aşina hale gelmesi” olgusunu aşmak için yeni bir yol sunmasıydı. Çünkü Wu’nun (2017) vurguladığı gibi insanların kendilerine özel tasarlanmış reklamları görmezden gelmesi daha büyük bir çaba gerektiriyordu.
PRIZM’den sonra insanlar hakkında olabildiğince veri toplayarak onlar hakkında daha kesin bilgiler elde etmek, böylece yalnız istediklerini değil, isteyebilecekleri (ama kendilerinin bile farkında olmadığı) şeyleri tahmin etmek ve insanlara buna yönelik müdahalelerde bulunmak temel bir strateji oldu. Akıllı telefonların her zaman yanımızda olmasıyla dikkat tacirleri hem daha çok şey öğrenmeye başladılar hem de müdahale etme (dikkatimizi çekme, daha doğrusu dağıtma) olanaklarını artırdılar.
Dikkat Tacirlerine Karşı Ne Yapabiliriz?
Dijital teknolojiler, sınırlı kapasitemize baskı yaparak dikkatimizi dağıtıyor, çoklu göreve ve görev geçişlerine sürüklüyor. Gazzaley ve Rosen (2019, s. 251), fazla dikkat gerektirmeyen durumlarda dış kaynaklı bölünmelerin can sıkıntısını azalttığını ve daha keyifli zaman geçirmemize yardımcı olduğunu belirtiyor. Fakat düşünmeyi gerektiren problemler, riski yüksek işler, kritik veya zaman sıkıntısı olan işler söz konusu olduğunda hayatımızı olumsuz etkiliyorlar. Araba sürerken dikkatimiz dağılıyor, derse konsantre olamıyoruz ve işteki performansımız düşüyor.
Karşımızda bizi bağlantılara tıklamaya yönlendirmek ve dikkatimizi ele geçirmek isteyen çok akıllı mühendisler var. İnternet, sosyal medya ve akıllı telefonların dikkat dağıtıcı özellikleri var. Ama bu özellikleri daha büyük bir sorun haline getiren (radyo ve televizyonda olduğu gibi) dikkat tacirlerinin iletişim teknolojilerin tasarımlarına müdahaleleri. Bu teknolojileri kullanmaya devam ettiğimiz (başka bir şansımız olduğunu düşünmüyorum) sürece dikkat tacirlerinin hedefinde olacağız. Ama en azından bu teknolojilerin dikkat dağıtıcı etkilerini azaltabiliriz.
İşe akıllı telefon uygulamalarına ne kadar vakit harcadığımıza dikkat ederek başlayabiliriz. Acaba günümüzün ne kadarını Instagram, Facebook, Twitter vb uygulamalarla geçiriyoruz?
Çalışırken, işimizle ilgili olmayan tarayıcı pencerelerini kapatmak da yararlı bir davranış. Gazzaley ve Rosen (2019, s. 262), Web’de araştırma yaparken kullanmadığımız sayfaları aşağı indirmenin dikkat dağıtıcı unsurlara davetiye çıkarmak olduğunu belirtiyor. Tarayıcılarda açtığımız sekmeler, dikkatimizi ele geçirmek için hazır bekliyor.
Epostalar dikkat dağıtıcı unsurların ve bölünmelerin başında geliyor. Bir bölünme sonrası işe tekrar konsantre olmak için kayda değer bir zaman gerekiyor. Araştırmalar, mesajlarımızı (yalnız eposta değil, sosyal medya ve diğer mesajlaşma için de geçerli) sürekli kontrol etmektense kontrolü az sayıda ve günün belirli zamanlarında yapmanın stresi azalttığını gösteriyor.
Çoğu zaman can sıkıntısından telefonu elimize alıyoruz. Gazzaley ve Rosen (2019, s. 265), teknolojinin can sıkıntısının baş gösterme süresini kısaltıyor olabileceğini düşünüyor: “Video oyunlarının, mesajların ve e-posta trafiğinin hızlı temposu, yavaş tempolu aktivitelere yönelik tahammülümüzü azaltıyor olabilir.” Gazzaley ve Rosen (2019), molalar arasındaki çalışma sürelerini yavaş yavaş artırarak molaları yönetmeyi deneyebileceğimizi söylüyor. Ayrıca molalarda olabildiğince dikkat dağıtıcı teknolojilerden uzak durmaya çalışmak bir şiir ya da fıkra okumak, boş boş hayallere dalmak, hafif egzersizler yapmak da yararlı olacaktır.
Teknoloji bir şeyleri kaçırma kaygısını tetikliyor. Gazzaley ve Rosen’in (2019) önerdiği gibi e-postalarımıza sık sık bakmamaya çalışsak bile bir süre sonra “acaba acil yanıt bekleyen bir eposta mı var?” gibi sorular içimizi kemirecektir. Gazzaley ve Rosen (2019) buna karşı “epostalarıma 90 dakikada bir bakıyorum” (ya Knuth gibi altı ayda bir) planlarımızı çevremizle paylaşmanın kaygıyı azaltabileceğini düşünüyor. Bunun yanında henüz araştırmalarla doğrulanmamış olmasına karşın meditasyon ve egzersizin bir şeyleri kaçırma korkumuzu azaltabileceği iddiaları da var.
Gazzaley ve Rosen’ın (2019) “Dağınık Zihin” adlı kitabında bunlar gibi çok sayıda öneri var. Yararlı olabileceğini düşünüyorum. Ama daha önce de belirttiğim gibi sorun soyut olarak bu teknolojilerde değil, bu teknolojilerin insanların dikkatini ele geçirmek ve satmak üzere tasarlanmasında. Buna karşı mücadele etmek ve gözetim şirketlerinin iş modellerini sorgulamak, sorgulatmak gerekiyor.
Ayrıca Evgeny Morozov’un The Syllabus’ı gibi yaratıcı çalışmalarla şirketlerin iş modellerinde çatlaklar yaratılabilir. Günümüzde hangi bilgilere erişebileceğimize karar veren şirketlerin iş modeli reklamcılığa dayanıyor. Bu nedenle reklam geliri getiren, daha çok tık alan (ya da alabilecek) içerikler daha görünür yapılıyor. Örneğin, COVID-19 üzerine bir araştırma yapmak istediğinizde karşımıza binlerce makale ve haber geliyor. Bunlardan hangisinin okumaya değer olduğuna karar vermek zor olduğu gibi bazı yararlı makaleler arama sonuçlarında hiç çıkmıyor ya da çok arka sayfalarda kalıyor.
Morozov’un liderliğinde yürütülen The Syllabus, çeşitli kaynaklardan (bilimsel yayınları basanlar, üniversiteler) topladığı enformasyonu (bilimsel makale, yeni çıkan kitaplar, güncel makaleler, podcastler, videolar) kategorilendiriyor ve derecelendiriyor. Bu çalışmayı enerjiden post faşizm ve aşırı sağın yükselişine, teknolojinin jeopolitiğinden finansa kadar 60 tema için yapıyor. İlk adım, bilgisayarlar tarafından gerçekleştiriliyor ve ikinci adımda Morozov ve yardımcıları toplanan kaynakları gözden geçirerek en okunmaya, dinlemeye ve izlemeye değer olanları seçiyorlar (Bu saatlerce okumak, izlemek ve dinlemek anlamına geliyor! ) Seçilen içerik her hafta abonelere (ücretsiz) gönderiliyor.
Sistemin ne kadar kullanışlı olduğunu görmek için COVID-19 hakkındaki içeriğe bakabilirsiniz (https://covid19syllabus.substack.com/archive?sort=new). Abonelik için: https://the-syllabus.com/forms/subscribe/
Alçak gönüllü, çok emek isteyen, ama Wikipedia’dan sonra gördüğüm en değerli çalışmalardan biri (Diğer önemli bir çalışma Sci-Hub: Bkz. https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2017/05/01/kurucusu-alexandra-elbakyan-ile-soylesi-bilimsel-literature-korsan-acik-erisim-sci-hub/)
Kaynaklar
Gazzaley, A. ve Rosen, L. D. (2019). Dağınık Zihin: Yüksek Teknoloji Dünyasında Kadim Beyinler (çev. Aysun Babacan). Metis Yayınları
Wu, T. (2017). Dikkat Tacirleri: İnsan Zihnine Girmek İçin Verilen Amansız Mücadele (çev.Başak Karal). theKitap İletişim/Medya
İlk Yorumu Siz Yapın