Özgür Yazılım Hareketi, özel mülk yazılıma karşı yalnız teknik alanda değil, ideolojik alanda da mücadele ediyor. Bu mücadele kapsamında, kullanıcı/geliştirici hakları açısından olumsuz çağrışımlar içeren bazı kelimelerin kullanılmaması yönünde önerilerde bulunuyor. Örneğin, özgür yazılımda kaynak koduna erişimi ifade etmek için açık ve kapalı sözcüklerinin kullanımını doğru bulmuyor. Çünkü, kaynak kodunu ihtiyaca göre değiştirip yazılımı geliştiremedikçe kaynak kodunun görünür ya da gizli olması bir anlam ifade etmiyor. Ya da son yılların popüler teknolojisi DRM’in açılımını Sayısal Haklar Yönetimi (Digital Rights Management) olarak ifade etmek yerine bu teknolojiyi kullanıcı hakları açısından ele alıyor ve açılımını Sayısal Kısıtlamalar Yönetimi (Digital Restrictions Management) olarak yapmayı tercih ediyor. GNU sayfasında bir listesine ulaşabileceğiniz (bkz. http://www.gnu.org/philosophy/words-to-avoid.html) bu kelimelerin üstünkörü kullanımı egemen ideolojiyi güçlendiriyor. Bunun en tipik örneği de, fikri mülkiyet kavramı.
Fikri mülkiyet, son yılların popüler kavramlarından biri. Yayıncılar, avukatlar ya da müzik yapım şirketleri, telif hakkından (copyright) bahsetmek yerine bunu fikri mülkiyet olarak ifade etmeyi tercih ediyorlar. Telif hakkı, patent, marka ve ticari sır gibi birbirinden farklı kavramlar tek bir başlık altında eline alınıyor. Özgür Yazılım Hareketi ilk olarak tüm bu kavramların, aralarındaki farklılıkları yok sayarak tek bir başlık altında değerlendirilmesini doğru bulmuyor. Telif hakkında konuşuyorsak, telif hakkı; patent hakkında konuşuyorsak patent demek en doğrusu. Çünkü bugün fikri mülkiyet başlığı altında yer alan telif hakkı, patent, marka, ticari sır gibi kavramlar farklı tarihsel süreçlerin içinde evrilmiştir, farklı kuralları, içerik ve kamu politikaları açısında farklı anlamları vardır.
Örneğin, patentlerin kapsama alanı salt fikirdir. Bir fikrin patentlenebilir olması için,
- Yeni olması (Daha önce kamu alanında yer almamış olması ya da önceki herhangi bir patentin konusu olmaması)
- Açık olmaması (Herhangi bir uygulayıcının ilk etapta fark edip doğal olarak uyguladığı bir içerikte olmaması)
- Yararlı ve endüstriyel alan uygulanabilir olması gerekir.
1995 yılında imzalanan TRIPs anlaşmasına (Trade Related Aspects of Intellectual Properties – Fikri Mülkiyet Haklarıyla Bağlantılı Ticaret Anlaşması) göre bu üç koşulu yerine getiren herhangi bir fikir WTO (World Trade Organization – Dünya Ticaret Örgütü) üyesi ülkelerde patentlenebilir. Üye ülkeler, patentlerin kaydedilmesi ve patent ihlallerine karşı uygulanacak işlemler için gerekli mekanizmaları yaratmakla yükümlüdür. Buna göre patentler, fikir sahibi ile devlet arasında gerçekleşen kurumsal bir anlaşmadır. Devlet, patent sahibine, patentin geçerli olduğu yasal süre boyunca, patente konu olan fikrinin başkalarınca kullanılması durumunda maddi kazanç elde edebilmesi için gerekli yasal mekanizmaları sağlar. Patent sahipleri de fikirlerinin devlet kayıtlarında yer almasını ve isteyenlerin de bunları kendi ihtiyaçları için kullanmasını kabul eder (tabi maddi karşılığını ödeyerek). Patentler kimi zaman sanayi mülkiyet olarak da ifade edilirler ve daha çok üretim sürecinin iyileştirilmesinde ya da yeni teknik araçların icadı noktasında ortaya çıkarlar. Fakat gerçek hayat, yukarıdaki üç koşulda belirtildiği kadar basit değildir. Son yıllarda, “nelerin patentlenebileceği” konusu tartışılmaktadır. Amazon’un bir-klik adını verdiği alış veriş sürecini patentlemek istemesi ya da bioteknolojik buluşların patentlenmesi gibi girişimler neyin patentlenip neyin patentlenemeyeceği tartışmasını farklı bir boyuta taşımıştır.
Patentler, sürekli değil, yasayla tanımlanmış bir süre içinde geçerlidir. En önemlisi de, herhangi bir mucit fikrini patentledikten sonra başka biri o fikri, patent sahibinden izinsiz kullanamaz. Patente konu olan fikri, bağımsız şekilde yeniden keşfetmiş olsanız bile yasalar, fikrini önce patentleyenden yana işler.
Telif hakları ise herhangi bir fikrin sunuş biçimiyle ilgilidir ve “edebi ve sanatsal çalışmalar” telif hakları kapsamında değerlendirilir. Yazılımlar da telif hakkı kapsamında yer almaktadır. Aynı fikrin birbirinden bağımsız olarak ifade edilmesi açısından bir engel yoktur. Bu bağlamda, patentlere göre daha dar kapsamlıdır diyebiliriz. Fakat, süresi patentlere göre daha fazladır. Bazı ülkelerde, yazarın ölümünden sonra 50 yıl, bazılarında ise 70 yıl telif hakkı devam etmektedir. Son yıllarda, patentlerde olduğu gibi telif haklarının da süresini ve kapsamını genişletmek yönünde düzenlemeler yapılmaktadır.
Telif hakkında temel tartışma konusu, eser sahibinin, eserinin kopyaları üzerindeki hakkıdır. Buna yönelik düzenlemelerle, eser hak sahibi eserinin izinsiz kopyalanmasına, içeriğinin değiştirilmesine, belirli bir kısmından fazlasının alıntılanmasına vs. itiraz edebilir. Fakat, dikkat etmek gerekir: Telif hakkını ya da eser hak sahiplerini konuşurken aklımıza ilk gelen yazarlardır, şairlerdir, bestecilerdir, ses sanatçılarıdır, yazılımcılardır… Çoğu insan telif hakkında bunları tartıştığını zanneder. Pastadan en büyük dilimi alan ise yine hak sahibi olarak tanımlanan yapımcı şirketleridir. Microsoft’ta çalışan bir yazılımcının telif hakkı yoktur. Hak sahibi, Microsoft’tur.
Burada şunu belirtmekte fayda var: Telif hakkı, copyright’ın Türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Copyright kelimesinin tam karşılığı ise kopyalama hakkıdır. Dolayısıyla, telif hakkı akla ilk etapta eser sahiplerinin haklarını getirirken kopyalama hakkı dediğimizde soruna eserleri kullananların açısından bakmış oluruz.
Fikri mülkiyet hakları altında yer alan bir diğer kavram da markalardır. Markalar, bir şirketin/kuruluşun bir ürününü diğerlerinden ayırt etmesini sağlar: semboller, grafikler, logolar ve hatta Coca Cola şişesinde olduğu gibi paketleme de bir şirketin markasını temsil ediyor olabilir. Günlük hayatta rahatça gözlemleyebileceğimiz gibi markaların açık seçik bir hedefi vardır: Şirket, daha önceki ürünleri ve sundukları hizmetler ile tüketiciler karşısında kendilerini farklı bir yerde konumlandırırlar. Örneğin, üzerinde A firmasının logosu olan bir ürünü, sadece onun diğer ürünleri hakkında olumlu düşünceye sahip olduğumuz için satın alırız.
Bunun dışında, ticari sırlar da fikri mülkiyet başlığı altında yer alır. Ör: Coca Cola ya da Kentucky Fried Chicken formülleri.
Bu nedenle, bize tek bir başlık altında sunulan fikri mülkiyeti soyut olarak değil, somut olarak tartışmamız gerekir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibi, asıl tartışılması gereken anlamı muğlak fikri mülkiyet değil, tarihsel ve toplumsal bağlamı içindeki patentlerdir, telif haklarıdır.
Ancak, fikri mülkiyet kavramındaki asıl tehlike içerdiği kapalı anlamdır. Fikri mülkiyet, dolaylı olarak fikirlerin de fiziksel nesneler gibi mülkiyet ilişkileri kapsamında değerlendirilebileceğini söyler. Oysa enformasyon, maddi nesnelerin aksine kopyalanabilir ve sonsuz kere paylaşılabilir.
Hardin “Ortaklaşanın Trajedisi” adlı makalesinde bireysel çıkarlar ve ortaklasa kullanılan mallar arasındaki karşıtlığı tartışır. Sorunun temelinde, bireylerin kamusal malların kullanımı sırasında eylemlerinin sonuçlarını bütünsel olarak değerlendir(e)memesi yatmaktadır. Hardin, tüm çobanların kullanımına açık olan otlak örneğini verir. Bir çoban, rasyonel biri olarak, sürüsüne bir hayvan daha eklemek ister. Ancak otlağa bir hayvan daha eklemenin iki sonucu olacaktır. Birinci olarak, bu eylemden kazanç sağlayan yegane kişi, ekleme işlemini yapan çobandır. İkinci sonuç ise, her eklenen yeni hayvanla, otlağın azalacağıdır. Fakat bu durum da zarar, tüm çobanlarca paylaşılacaktır. Dolayısıyla, rasyonel çobanımız, kısa bir kar/zarar muhasebesinden sonra sürüsüne bir hayvan daha ekleyecek ve onu diğer rasyonel çobanlar takip edecektir. Sonuç olarak, otlak giderek tükenecek, otlak ve otlağı kullananlar için bir trajedi kaçınılmaz olacaktır. Hardin makalesinde trajedinin sonlandırılması için bir takım öneriler sunar. Gerek trajedinin kendisi gerekse de önerilen çözümler tartışmalı olsa da Hardin’in temel öncülünün, kaynakların kıtlığı olduğu görülür. Maddi dünyadaki mülkiyet tartışmaları da bu çerçevede gerçekleşir; özel mülkiyet toplumsal bir zorunluluk olarak meşrulaştırılır.
Maddi bir nesnenin kullanımı ile enformasyonun kullanımı tamamen farklıdır. Söz konusu, toprak, bir ev, kürek, kalem ya da herhangi bir üretim aracı ise kaynakların kıtlığından (en azından teorik olarak) bahsedebiliriz ve bu alandaki mülkiyet ilişkileri farklı bir tartışmanın konusudur. Fikir ürünlerinde ise gerçekte bir kıtlık yoktur; fikri mülkiyet söyleminin üzerine düşen bu kıtlığı yaratmaktır. Bunu da, yaratıcı insan emeğinin kıtlığı üzerinden kurgular. Fikri mülkiyet kendisini, eser/patent sahibinin çıkarları ile toplumun çıkarları arasında bir denge sağlayıcı olarak görür. Kısaca şöyle der, toplumun telif haklarıyla korunan eserlerden ya da patentlerle korunan fikirlerden faydalanma hakkı vardır. Fakat, telif hakları ve patentler gibi kişiyi teşvik edici düzenlemeler olmazsa, kişi yeni bir şey yaratmak için istekli olmayacaktır. Bir diğer deyişle, fikri mülkiyet kıt olan kaynakların (insanın yaratıcı etkinliği) devamlılığını sağlar. Fikri mülkiyet olmadan, insanlar yeni buluşlar yapmayacak, şairler şiir yazmayacak, müzisyenler beste yapmayacaktır… Burada dolaylı olarak, telif haklarının ve patentlerin toplum aleyhine bir uygulama olduğu kabul edilir ancak bunun kıt olan sanatçı ve bilim insanı emeğini teşvik için katlanılması gereken bir bedel olduğu vurgulanır.
Bundan dolayı, telif haklarını ya da patentleri eleştirdiğimizde şu tepkilerle karşılaşırız:
- Yazarlar aç mı kalsın?
- Telif hakları olmadan müzisyenler hayatlarını nasıl devam ettirecekler?
- Patentler ve onların getirdiği ayrıcalıklar olmadan insanlar neden ömürlerini araştırma laboratuvarlarında tüketsinler ki?
Boldrin ve Levine kısa bir süre önce yayımlanan “Entelektüel Tekele Karşı” adlı çalışmalarında bu sorulara tarihten örneklerle yanıt verirler. Boldrine ve Levine, telif haklarının ve patentlerin tarihsel bir zorunluluk olmadığını göstermeye çalışırlar. Telif hakları ve patentler olmadan da sanatçılar ve bilim insanları çalışmalarından gelir sağlayabilmektedirler. Tarihte patentlerin innovasyonu ve telif haklarının da yaratıcılığı arttırdığına dair elimizde net kanıtlar yoktur. Tam tersine patentlerin çıkardığı engelleri, telif haklarının toplum üzerindeki olumsuz etkilerini biliyoruz. Aşağıda Boldrine ve Levine’in kitabında patentlerin ve telif haklarının kendilerine biçilen rolü (kıt kaynakları korumak/arttırmak) layıkıyla yerine getirip getirmediğine dair çok sayıda tartışma var. Bunlar en bilineni ise James Watt ve buhar makinesi hakkında olanı:
Birçok insan için James Watt, sanayi devriminin kahramanıdır. Watt, Newcomen buhar makinesini geliştirerek onu sanayide kullanılabilir hale getirmiştir. 1769 yılında, uzun uğraşlarının sonucunda buhar makinesi için patent almış ve bu patentini 1800 yılına kadar uzatmayı başarmıştır. Tabi bunda zengin sanayici ortağı Matthew Boulton’un payı büyüktür.
Watt buluşunu patentlerle güvenceye aldıktan sonra enerjisinin büyük bir kısmını rakiplerini saf dışı etmek için sarf etmiştir. 1782’de buhar makinesini aldığı ek patentle güçlendirmiş ve 1790’da Hornblower daha üstün bir buhar makinesi yaptığında açtığı davalarla rakibini geri adım attırmıştır. Aslında sanılanın aksine buhar makinesi ancak Watt’ın patentlerinin süresi dolduktan sonra sanayi devriminin önünü açabilmiştir. O vakte kadar, buhar makinesine yapılan iyileştirmeler Watt’ın patentlerine takılmış, bu nedenle mucitler Watt’ın patentlerinin süresinin dolmasını beklemek zorunda kalmıştır. İronik olarak Watt da kendi buhar makinesine iyileştirmeler yapmaya çalıştığında başkalarına ait patentlerce engellenmiştir. Ancak 1810’dan sonra buhar makinesi ciddi bir sıçrama yapabilmiştir. Patent sistemi, teknolojinin geniş kesimlerce kullanımını yavaşlatmış, teknolojik gelişmeyi sekteye uğratmış ve rekabeti engellemiştir.
Telif hakları konusunda da durum pek farklı değildir. 18. yüzyıl sonuna kadar müzik dünyasında telif haklarından söz edemeyiz ve bugün dinlediğimiz klasik müzik eserlerinin önemli bir kısmı telif hakkı gibi motive edici bir ortam olmadan bestelenmiştir. Hiç kimse, bilim insanları ya da sanatçılar emeklerinin hakkını almasın dememektedir. Söylenmek istenen sadece patentlerin ve telif haklarının iddia edildiği gibi innovasyonu ve yaratıcılığı arttırmadığı, sadece toplum aleyhine işleyen tekeller yarattığıdır. İnsanların yaratıcılığının karşılığını alabilmesi için patentler ve telif hakları bir zorunluluk değil, sadece bir seçenektir. Üstelik bugün TRIPS anlaşmasıyla küresel düzeyde uygulanmak istenen bu seçenek, demokratik katılımla değil uluslararası tekellerin dayatmasıyla oluşmuştur.
İlk Yorumu Siz Yapın