"Enter"a basıp içeriğe geçin

Geçmişten Geleceğe

2000’li yılların başında İnternet’in yaşamımızı değiştireceği söyleniyor ve İnternet önceki yüzyılların teknolojileri ile karşılaştırılıyordu. Evet, son yirmi yılda insanların yaşamında köklü değişiklikler oldu. Ama bu zaman zarfında, teknolojinin yaşam standardımızı artırdığını gerçekten söyleyebilir miyiz? İnternet sayesinde dışarı çıkmadan faturalarımızı ödüyor, alışveriş yapıyor ve farklı mekanlardaki insanlarla sohbet edebiliyoruz. Bunun gibi daha birçok kolaylıktan söz edebiliriz. Ancak diğer yandan son yıllarda gelir uçurumu giderek artıyor. İnsanlar; eğitim, sağlık, barınma gibi en temel haklardan yoksun olarak yaşamaya zorlanıyor. Günümüz teknolojisi sayesinde hayata geçirilebilen dijital platform ekonomileri güvencesizliği artırıyor. Hükümetlerin gözetim olanakları artıyor. İnternet ve sosyal medyayı hep ifade özgürlüğü bağlamında tartışmayı seviyoruz. Fakat Rusya-Ukrayna savaşı ve Joe Biden’in oğlunun telefon verilerinin sızdırılmasından sonra getirilen yasaklarda gördüğümüz gibi sosyal medya sansür ve yalan haber sarmalının içine hapsolmuş durumda. Geleneksel medya ise zaten uzun süredir yok! En kötüsü de teknoloji çevreyi tüketmek pahasına umarsızca ilerliyor ve yıkıyor. Bu yıkımı anlamak için elektronik atıklara ve kripto paralara bakmak bile yeterli.

Elbette ki bugün karşı karşıya olduğumuz sorunlar bilişim teknolojilerinin zararlı doğasından kaynaklanmıyor. Söz konusu teknolojiler, 1990’larda ABD’nin zaferini ilan ettiği, küreselleşme rüzgarlarının estiği bir dönemde gelişip serpildiler ve 20. yüzyıldan farklı olarak kaynakların ve olanakların adil dağılımını sağlamaya çalışmak yerine neoliberal politikaları hayata geçirmenin aracı haline geldiler. Günümüzde ise küreselleşme rüzgarlarının estiği günlerden daha farklı bir konjonktür var. En başta, ABD artık yalnız değil. İklim değişikliği, göç, salgınlar ve savaşlar dünyayı giderek daha tekinsiz bir yer haline getiriyor. Ne yazık ki şimdilik gidecek başka yerimiz de yok! Sınıf mücadelesi önümüzdeki yıllarda yoğunlaşacak ve keskinleşecek. Söz konusu krizler ve sınıf mücadelesi, yeni teknolojilerin gelişimini de şekillendirecek.

Bilişim teknolojilerinin geleceği hakkında bir tahminde bulunmak oldukça zor. Sürücüsüz arabaların yollarda gezeceği; 5G (6G, 7G, xG vb) teknolojisiyle artacak bağlantı hızının oyun ve eğlence dünyası için yeni açılımlar sağlayacağı; metaevren, sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklikle insanlar arası ilişkilerin daha da dijitalleşeceği; yapay zekânın gündelik hayatın içinde sıradanlaşacağı; şirket ve hükümetlerin işbirliğine dayalı gözetim sistemlerinin yayılacağı ve derinleşeceği gibi genel geçer tahminlerde bulunabiliriz. Ama bunu yaparken bilişim teknolojileri tarihinin doğrudan işin merkezinde yer alan ve söz konusu teknolojilerin gelişiminde söz sahibi olan kişilerin bugün bize komik gelen kehanetleri ile doluğunu da atlamamak gerekiyor. 1945’de IBM’in yönetim kurulu başkanı Thomas Watson, birkaç büyük bilgisayardan oluşan bir dünya pazarı öngörüyordu. 1977’de Digital Equipment şirketinin (DEC) kurucusu Ken Olsen’a göre insanların kendi evlerinde bilgisayar bulundurmaları için bir nedenleri yoktu. Ethernet’in mucidi, 3Com şirketinin kurucusu Robert Metcalfe ise 1995 yılındaki bir yazısında İnternet’in 1996’da çökeceğini iddia ediyordu. Diğer yandan, hayaller ve gerçekler arasında bir uçurum da vardı. Peter Thiel’in dediği gibi uçan arabaları düşlerken 140 karakterle yetinmek zorunda kalmıştık!

Geleceğe dair bir tahminde bulunurken en büyük zorluk, her yeni teknolojinin daha önce öngörülemeyen teknolojilerin gelişimini tetiklemesi. Aşamaları önceden belirlenmiş bir yol haritası yok. Thomas Watson ve Ken Olsen’in öngörüleri o zaman için mantıklıydı, ama kişisel bilgisayarların gelişimi bilişim teknolojilerini bambaşka bir yola saptırdı. 2000’li yılların başında Watson’ın yanıldığını açık seçik görebiliyorduk. Peki ya şimdi kapasitesi daha düşük bilgisayarların/cihazların (kişisel bilgisayar, akıllı telefonlar, tabletler, giyilebilir teknolojiler vb) dünyadaki birkaç buluta (yani dev bilgisayarlara!) bağlanarak akıllandığı bir dünyada yaşamıyor muyuz?

Bunun yanında, yapay genel zekâ gibi henüz var olmayan teknolojiler hakkında bir tahminde bulunmak daha da zor. Yapay genel zekâ hakkındaki korkular ve mitler somut gerçeklikten çok kişinin dünya görüşü ve hayata bakışıyla ilgili. Sadece belirli işleri yapmak üzere tasarlanmış günümüzdeki sınırlı yapay zekânın olanaklarını, sınırlılıklarını, eğilimlerini vs somut olarak tartışabiliriz. Filmlerde gördüğümüz, hayalimizde olan ve insanlığa son verme potansiyeline sahip robotlar, insana özgü bir çok zekâ özelliğine sahipler. Ancak tüm bunlar yapay genel zekâya erişmemiz durumunda gerçek olabilecekler. Peki önümüzdeki elli yılda bu mümkün mü?

Bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Belki yüz yıl sonra geliştirilebilecek belki de hiç geliştirilemeyecek. Byron Reese’nin Yapay Zekâ Çağı kitabında tartıştığı gibi yapay genel zekânın olabilirliği şimdilik teknikten çok felsefi bir bir tartışma. Yapay genel zekâ hakkındaki düşüncemiz aşağıdaki sorulara vereceğimiz yanıtlarla ilgili:

1. Evrenin bileşimi nedir? Her şeyi fiziğe indirgeyebilir miyiz? Fiziksel şeylerin yanında tamamen zihinsel şeyler de olabilir mi? Burada sadece Tanrı’dan söz etmiyoruz; sevgi, nefret, umut, isyan, pişmanlık vb şeyleri de düşünelim.

2. Biz insanlar, neyiz? Makine, hayvan veya bunların çok ötesinde, tamamen farklı bir varlık? Belki de makinelerde yaşayan hayvanlarız.

3. Benlik nedir? Beynin zekice bir numarası, ortaya çıkan bir zihin veya ruh?

Yaşadıklarımızdan Öğrendiklerimiz

Elli yıl içinde şirketlerin şapkalarından ne çıkarabileceğini düşünmek yerine nasıl bir dünyada yaşamak istediğimize karar vermenin ve teknolojiye bu doğrultuda müdahalelerde bulunmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Üstelik geçen elli yıl, yapılabilecekler ve bundan sonra olabilecekler hakkında önemli ipuçları içeriyor.

Bu bağlamda ilk olarak 1971 yılına, Şili’ye gidelim. Allende’nin hızlı millileştirme politikaları sonucunda işletmeler devletin eline geçmiştir fakat hükümet bunların yönetiminde zorlanmaktadır. Şili’nin bu işletmelerin yönetimi için yeterli kalifiye personeli yoktur. Bazı hükümet üyeleri bu sorunları aşmak için bilgisayar ve iletişim teknolojilerinden faydalanmayı önermektedir. 1971 Temmuzu’nda CORFO’da (Devlet Kalkınma Kurumu) önemli bir pozisyonda bulunan Şilili genç mühendis Fernando Flores, İngiliz sibernetikçi Stafford Beer’a yazdığı mektupta Beer’ın işletme sibernetiği çalışmalarından haberdar olduğunu ve bunları Şili’de ulusal düzeyde uygulamak istediklerini yazar. Flores, Beer’ın işletme sorunlarına yaklaşımının Şili’de inşa etmeye çalıştıkları demokratik sosyalizmle örtüştüğünü düşünmekte ve sibernetiğin ulusal bir ekonomiye nasıl uygulanabileceği hakkındaki önerilerini istemektedir.

1970’lerin teknolojisi ve Şili’nin elinde olanlar düşünüldüğünde Beer ve Flores’un önünde zor mühendislik problemleri vardır: Gerçek zamanlı kontrol, dinamik sistemlerin davranışlarının modellenmesi ve bilgisayar ağının oluşturulması. Beer’in bilgisayar kullanımındaki yaklaşımı Allende’nin işsizliği azaltma hedefiyle uyumludur. Otomasyonda kapitalist yaklaşım gerekli çalışan sayısını azaltarak verimliliği artırmaktır. Beer’in önerdiği sistemde ise teknoloji var olan kaynakları daha etkin kullanmaya odaklanacaktır. Sibernetik (cybernetic) ve sinerji (synergy) kelimelerinden oluşan Cybersyn bu hedeflerle yola çıkar. Ne yazık ki Pinochet’in 11 Eylül 1973’teki darbesiyle Cybersyn sonlanır.

Facebook’un eski çalışanlarından Jeff Hammerbacher’in dediği gibi bir kuşağın en iyi beyinleri vakitlerini reklamları daha fazla tıklatmaya harcıyorlar. Hükümetler ise çoğu zaman kendilerini şirketlerin faaliyetlerini kolaylaştırmak, sınırlamak ve en iyi ihtimalle düzenlemekle sınırlıyorlar. Oysa Cybersyn, devletin teknik tasarımda rol üstlenebileceğini; kârın azamileştirilmesi ve verimlilik hedefleri dışında toplum yararını gözeten ve marjinalleştirilmiş grupları destekleyen yenilikçi tasarımlar yaratabileceğini gösterdi. Ayrıca Cybersyn, teknoloji tasarımındaki tercihlerin demokratik katılımı ve sosyal içermeyi nasıl etkileyebileceği gösteren güzel bir örnekti. Ama en önemlisi Cybersyn’in gelişmiş ve son moda teknolojiye sahip bir ülkede değil, bilgisayar sayısının bile son derece yetersiz olduğu bir ülkede denenmiş olmasıdır.

İkinci ders, PC’lerin (kişisel bilgisayarlar) ortaya çıkışında olduğu gibi teknolojinin her zaman şirketlerin öngördüğü biçimde gelişmemesidir. Kişisel bilgisayarlar IBM’in ya da HP’nin laboratuvarından çıkmaz. Kişisel bilgisayarlar, Steven Levy’nin donanım hackerları diye adlandırdığı, teknolojiyi sunulandan farklı biçimde yeniden tasarlayan insanların çabasıyla ortaya çıkar. Donanım hackerlarının bir kısmı politik motivasyonlarla hareket etmesine karşın büyük bir kısmı sadece eğlenmektedir. Ama her halükarda eylemleri, bilgisayarların sıradan insanların evlerine girmesini sağlar.

Üçüncü ders, bazen bir bireyin inadının ve kararlılığının tarihin akışını değiştirebilmesidir. Steven Levy’nin “Gerçek Hackerların Sonuncusu” olarak adlandırdığı Richard Stallman, 1984’te duyurduğu GNU projesiyle 1970’lerde araştırma laboratuvarlarında hüküm süren yazılım paylaşımı kültürünü yeniden yeşertmeye çalışır. 1990’lara gelindiğinde Stallman ve diğer yazılımcıların katkılarıyla GNU projesi kapsamında çok sayıda yazılım geliştirilir. Fakat işletim sisteminin çekirdek yazılımı henüz yoktur. 386 işlemcili bir PC alacak kadar parası olan, DOS kadar ucuz ama UNIX kadar yetenekli bir işletim sistemi arayan Finlandiyalı üniversite öğrencisi Linus Torvalds’ın Linux çekirdeğini geliştirmesiyle eksik parça tamamlanır ve GNU/Linux işletim sistemi ortaya çıkar. Stallman, yazılımın özgürce paylaşılabildiği eski günlerin özlemiyle hareket eder. Torvalds ise sadece biraz eğlenmek istemektedir. Ama geliştirilen işletim sistemi, GNU/Linux, tarihin akışını değiştirir. Bugün, GNU/Linux ve diğer özgür/açık kaynaklı yazılımlar olmasaydı lisan ücretleri nedeniyle özel mülkiyetli yazılım geliştiren şirketlerin internetin gelişiminde çok daha fazla söz sahibi olacağını söyleyebiliriz. Ayrıca Amazon, Google, Facebook vb şirketlerin ortaya çıkışı ve güçlenmesi zorlaşacaktı (Bunun daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını bilmiyorum!).

Dördüncü ders, kapitalizmin özgür yazılım veya blokzinciri gibi sistem dışı eğilimler içeren teknolojileri özümsemekte oldukça başarılı olması. Özgür yazılım, açık kaynaklaşarak şirketlerin stratejilerinin bir parçası haline gelirken alternatif bir sistem yaratma iddiasındaki bitcoin ve diğer kriptoparalar sıradan insanların bankalarla olan ilişkilerinden daha güvensiz ilişkilere neden oldular. Aslında benzer bir durum sosyal ağlarda da yaşandı. Bireylerin inadı ve kararlılığı bu sefer alternatif sosyal ağların yaygınlaşması için yeterli olmadı. Çoğu zaman, sosyal medya platformlarının insanları bir araya getirmesi yeterli görülüyordu. Fakat 2016 ABD seçimlerinde, sosyal medya platformlarının görünürde insanları bir araya getirirken toplumsal bir parçalanmaya da neden olduklarını gördük. Aynı haberleri okuyan, aynı filmleri seyreden, aynı şarkıları dinleyen ve ortak duygu ve düşüncelere sahip olabilen insanların yerini özelleşmiş içerik ve haber akışına maruz kalan insanlar aldı. İnsanların, komşularından farklı haberler okudukları ve bunun farkında bile olmadıkları koşullarda yalan haberler hızla yayılarak kutuplaşmaları artırdı.

Gelecek…

Yapay “genel” zeka fikrinin ışıltısı, günümüzdeki sınırlı yapay zeka uygulamalarının potansiyelini gölgede bırakmamalı. Agrawal, Gans ve Goldfarb’ın Geleceği Gören Makineler adlı kitaplarında yazdıkları gibi günümüzdeki yapay zeka sistemleri aslında birer öngörü makineleridir. Nesnelerin interneti, giyilebilir teknolojiler, 5G (daha sonra 6G, 7G) gibi teknolojilerle veri çeşitliliği, miktarı ve toplama hızının artmasıyla bu sistemler daha isabetli öngörülerde bulunacaklar ve şirketler, gündelik hayattaki sorunları ve gereksinimleri bir “öngörü” sorununa indirgeyerek yeni çözümler (ve ardından sorunlar!) geliştirmeye çalışacaklar. Bu teknolojiler, gündelik hayatın sıradan bir parçası haline gelerek bazılarının yaşamını kolaylaştırırken bazıları üzerindeki denetimi artırmanın bir aracı olacak.

Martin Ford, Robotların Yükselişi (s. 229-234) adlı kitabında zenginlerin toplam harcamadaki payının, %5’ten (1992 yılı) %38’e (2012) yükseldiğini yazıyor. En düşük gelirli %80’in harcaması %47’den %39’a düşmüş. Amerika’nın zenginler yönetimine dönüştüğünü dikkate alan borsa analistleri müşterilerinde orta sınıfı hedefleyen şirketlerin hisselerinden uzak durmaları öğüdünü veriyorlar. Ford, ABD’de orta kesimi hedef alan şirketler sabit ve düşen gelirlerle uğraşırken, en üst kesimi hedefleyen şirketlerin büyüdüğünü belirtiyor. Sanki toplumun çok büyük bir kesimi gözden çıkarılıyor gibi!

Robotların insanların işlerini ellerinden alıp almayacağı tartışıladursun, platform ekonomileri bir yandan eski istihdam modellerini yıkarken diğer yandan insanları daha güvencesiz koşullarda çalışmaya zorluyor. Metaevren gibi projeler sadece eğlence ve oyunla sınırlı olmayacak. Özellikle masabaşı işlerin küreselleşmesi ve daha da örgütsüzleşmesini getirecek. Yine de günümüzde farklı biçimlerde kendini gösteren sınıfsal tepkilerin önümüzdeki yıllarda artacağını ve daha etkili örgütlenmelerin hayata geçirileceğini düşünüyorum. Egemen sınıflar hem iş yerlerinde hem de gündelik yaşamda algoritmik yönetim sistemlerinden daha yoğun biçimde yararlanmaya çalışacaklar. Günümüzdeki gözetim kapitalizmi, George Orwell’in 1984‘ünden farklı. Şirketler, gözetlerken kendilerini görünmez kılmaya çalışıyorlar. Önümüzdeki yıllarda, sınıf mücadelesi şiddetlendikçe, şirket-hükümet ortaklıkları 1984’tekine benzer biçimde iktidar sahibinin kendini daha belirgin olarak gösterdiği bir gözetime evrilebilir.

ABD ve Çin arasındaki küresel rekabetin bu süreci nasıl etkileyeceğini bilemiyorum. Kısa vadede iki ülke arasında bir kopuş olasılığı düşük olsa da orta ve uzun vadede dünya farklı kamplara ayrılabilir. Gerek bu kamplaşmanın sonuçları gerekse de teknoloji şirketlerinin şapkalarından çıkaracağı tavşanlar elbette önemsiz değil. Hükümetlerin gelecekte daha da artacak sansürüne, gözetim uygulamalarına; iş yerlerindeki algoritmik baskı araçlarına elbette itiraz etmeli. Ancak başka bir dünya kurmak için itiraz etmek yeterli olmayacak. Alternatifleri üretebilmek gerekiyor.

Dünyayı zor ve çalkantılı bir dönem bekliyor. Ama Cybersyn, hâlâ ilham verici… Yakın dönemde, ulusal ölçekte böyle bir çalışma mümkün görünmese de akıllı şehirlerin toplumcu sistemlerin geliştirilebileceği bir alan olduğunu düşünüyorum. Gözetimin öne çıktığı akıllı şehir projeleri yerine toplumun çıkarlarını gözeten şehirler inşa edilebilir. Bunun için en ileri teknolojilere de gerek olmayacaktır. Özgür yazılım, sosyal ağlar, blokzinciri vb teknolojiler ne kadar idealist hedeflere sahip olurlarsa olsunlar, teknolojinin dar sınırlarında kaldıklarına karşıtını destekler hale gelebiliyor. Akıllı şehirler, teknolojiyi yeniden politikleştirerek gençliğin “hack” potansiyelini toplumcu bir projede özümseyebilir ve teknolojinin farklı amaçlar doğrultusunda yeniden üretiminin önünü açabilir.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir