Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 5 Şubat 2020 tarihinde Twitter adresinden yapılan bir paylaşımda vatandaşların AnkaraKart Mobil Bilet uygulamasına büyük ilgi gösterdiği belirtiliyordu. AnkaraKart uygulaması ile çevredeki otobüs duraklarını görebilir, gidilecek yere göre bir rota oluşturabilir, akıllı telefonların NFC özelliğinden yararlanarak POS cihazından para çektirilebilir ve herhangi bir ulaşım kartına ihtiyaç duymadan Ankara’da EGO’ya bağlı tüm toplu taşıma araçlarına binebilirsiniz. Toplu taşıma araçlarında bilet yerine kredi kartlarının kullanılabilmesinden sonra şimdi de dünyanın birçok yerinde olduğu gibi akıllı telefonları kullanabilmek büyük kolaylık . Dinozor ve Transformers maketlerinden sonra Ankara’da böyle yenilikler görmek çok güzel. Fakat uygulamanın açıkça konuşulmayan bir bedeli var.
Uygulamayı kullanabilmek için TC Kimlik No, e-posta adresi ve doğum tarihi bilgilerimizi girerek üye olmamız gerekiyor. Böylece şehir içi ulaşımda anonimlikten, dolayısıyla mahremiyet hakkımızdan vazgeçmiş oluyoruz. Çağımızın ruhuna uygun bir alışveriş: Mahremiyetini ver, hizmeti al. Ama bu sefer karşımızda bir sosyal medya şirketi değil, belediye var; müşteri değil, çeşitli vergiler ödeyen ve karşılığında hizmet almak isteyen yurttaşlarız.
Uygulamaya üye olurken Aktif Yatırım Bankası A.Ş., veri sorumlusu sıfatıyla 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu çerçevesinde müşterileri (!) bilgilendiriyor. “Kişisel verilerin aktarılabileceği kişi / kuruluşlar” arasında şirketin ana hissedarı, doğrudan ve dolaylı iştirakleri ve ana hissedarın iştirakleri de yer alıyor. Metinde müşterilerin hakları da belirtilmiş. Ama bir hak kaybının fark edilebilmesi için şirketin ve veri paylaştığı tarafların faaliyetlerinin izlenmesi gerekiyor. Örneğin, bir sigorta şirketi şehir içi otobüs kullanımı ve konum verilerinden yararlanarak kişi aleyhine bir tasarrufta bulunursa bu durum hiçbir zaman fark edilemeyecektir. Bu nedenle, hizmeti sağlayabilmek için gerekli veri dışında fazladan veri toplanmaması ve toplanan verilerin saklanması hakkında bir hukuksal zorunluluk yoksa silinmesi daha doğru olacaktır. Bilgisayar güvenliği uzmanı Bruce Schneier’ın söylediği gibi veri, zehirli bir maddedir ve onu kaydetmek oldukça tehlikelidir.
Bu tip uygulamalar sunan belediyelerin verinin yönetişimi ve mahremiyet hakkında halkın çıkarlarını gözeten net politikalara sahip olması gerekiyor. Belediyeler, eğer başka şirketlerden hizmet alıyorlarsa onları da bu politikaya uymaya zorlamalılar. Çünkü bir teknolojinin tasarımı ve politik yapısı, onun görünen işlevinden çok farklı sosyal etkiler yaratabilir. Yavaş’ın Şubat ayında tanıttığı Başkent Mobil uygulamasını da bu gözle değerlendirmek gerekiyor (https://www.birgun.net/haber/turkiye-de-ilk-mansur-yavas-baskent-mobil-uygulamasini-tanitti-287981). Yavaş, uygulamanın vatandaşlarla birlikte Ankara’yı yönetmenin kapısını sonuna kadar açacağını iddia ediyor; Ankara’nın çeşitli yerlerindeki wi-fi erişim noktalarına ek olarak bütün belediye otobüslerinin ücretsiz wi-fi alanı haline geleceğini duyuruyor. Fakat yazının devamında göreceğimiz gibi dünyadaki akıllı belediye ve şehir uygulamaları benzer iddia ve hizmetler karşısında her zaman temkinli olmamız gerektiğini gösteren örneklerle dolu.
Akıllı ve Aptal Tartışmasının Dışına Çıkmak
Günümüzde bir şirketin verimlilik ve inovasyon gibi sihirli kelimeleri kullanarak herhangi bir belediyeyi şehrini akıllandırmaya ikna etmesi zor değil. Bir uygulamayla harikalar yaratacağını iddia eden çok sayıda şirket var. Ancak dünyadaki akıllı şehir girişimlerine baktığımızda belediyelerin bu maliyetli girişimleri kamusal bir değere dönüştürmekte zorlandığı görüyoruz.
Bu zorluğa rağmen teknoloji havarileri, her zamanki gibi, teknolojinin kaçınılmaz bir yol izlediğine, sosyal ve toplumsal değişim için temel olduğuna inanmamızı istiyorlar. Üstü kapalı olarak da akıllı şehirleri desteklememenin onun zıddına yani aptal şehirlere razı gelmek anlamına geleceğini söylüyorlar. Aptallıkta ısrar edip teknolojiyi reddeden belediyelerin modası geçmiş ve verimsiz uygulamalara saplanıp kalacağı öne sürülüyor.
IBM’in CEO’su Samuel Palmisano da 2011’de yaptığı bir konuşmada akıllı şehirlerin ideolojisinin işleri daha akıllı yerine getirmek olduğunu söylüyordu (https://www.ibm.com/smarterplanet/us/en/smarter_cities/article/rio_keynote.html). 2012 yılında yayımlanan bir raporda Cisco’nun İnovasyon Ekibi, akıllı şehirlerin kaçınılmazlığını anlatırken akıllı şehir girişimlerinin şehirler için iyi olup olmadığı veya mevcut seçenekler tartışmasının artık sona erdiğini, artık konunun akıllı şehir alt yapısının ve hizmetlerinin gerçekleştirimi olduğunu savunuyordu (https://www.cisco.com/c/dam/en_us/about/ac79/docs/ps/motm/Smart-City-Framework.pdf). Her iki şirket de bir şehrin nasıl olması gerektiği hakkında bir fikir birliğine ulaştığımız varsayıyor. Akıllı şehirlerle gelecek verimlilik artışının yanında sosyal ve politik konuları tartışmak anlamsızlaşıyor.
Green (2019), verimlilik bağlamında yürütülen akıllı şehir tartışmasının yanlış bir ikilik (akıllı ve aptal) üzerinde ilerlediğini ve bunun da daha geniş teknoloji ve sosyal değişim olanaklarını görmemizi engellediğini; akıllı şehirlerin demokrasiyi, adaleti ve eşitliği en iyi destekleyen kentsel geleceği temsil edip etmediğini tartışmanın daha yararlı olacağını savunuyor. Bu bağlamda, insanların ve kurumların karmaşıklıklarını dikkate alarak gereksinimlerini daha iyi karşılamayı bütünlüklü olarak değerlendiren bir bakış açısına ihtiyaç var.
Akıllı şehir taraftarları, yaşanan sorunların teknolojik yetersizliklerden kaynaklandığını düşünme eğilimindeler. Ancak bu sorunların kökenlerine inmeden hareket ettiklerinden daha farklı sınırlılıkları fark edemiyorlar. Teknolojinin bir vakum içinde hareket ettiğine ve başarının en iyi araca sahip olmakla elde edileceğine inanıyorlar. Green’in (2019) ortaya attığı yeterince akıllı şehir kavramı ise teknolojiyi şehir sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmayı temel alıyor ve teknolojinin dikkatli bir şekilde belediye yapılarına ve uygulamalarına dahil edilmesinin önemi üzerinde duruyor. Ayrıca teknolojinin diğer inovasyon ve sosyal değişim biçimleriyle birlikte ele alınması gerektiğini savunuyor. Green’in (2019) aktardığı gibi çılgınca verimlilik ve bağlantılılık peşinde koşturmaktan daha ötesini yapmaya çalışan, sosyal politika hedeflerine ulaşmak için şehirlerin yeterince akıllı olmasının öneminin farkına varan girişimler de var.
Yeterince akıllı olmanın, alçak gönüllü bir hedef olduğu düşünülebilir. Oysa tam tersi; Green’in (2019) tartıştığı örnekler yeterince akıllı olmanın şehre algılayıcılar döşeyip bunlardan elde edilen verilerle verimlilik hesapları yapmaktan çok daha zor olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce teknik ve teknik olmayan bakış açılarının birlikteliğinin sağlanması gerekiyor. Bu bağlamda, tarihten alacağımız önemli dersler de var.
Arabalara Göre Düzenlenen Şehirler
Sürücüsüz arabaların önünde hala teknik engeller var. Ama yaygın kullanımlarını dört gözle bekliyoruz. Çünkü böylece alkol, yorgunluk ve dikkatsizlikten kaynaklı kazalar tarihe karışacak. Trafik ışıklarının olmadığı, sürücüsüz arabaların yollarda yağ gibi gittiği bir dünya hayal edin. Trafiğin akış hızı artıkça, daha az şeride gerek duyulacak. Hatta arabalar sürücüsüz olarak hareket edebildikleri için şehir merkezlerinde ihtiyaç duyulan park ihtiyacı da azalacak. Kamusal alanlara daha fazla yer kalacak. Fakat bunun için şehirlerimizi hazırlamamız gerekiyor. Bir diğer deyişle, teknolojiyi şehrin ihtiyaçlarına göre değil şehri teknolojiye göre hazırlamamız isteniyor.
Green (2019), bu bakış açısının yeni olmadığını, motorlu araçların yaygınlaştığı günlerde de şehirlerin teknolojinin isteklerine göre şekillendirildiğini anlatıyor.
20. yy başına kadar caddeler insanların yürüdüğü, çocukların oynadığı ve tramvayların geçtiği kamusal alanlardır. Fakat arabaların ortaya çıkmasıyla bu huzur bozulur. 1920’de ilk arabaların sokaklara çıkmasıyla beraber bir kaos ortamı oluşur. Ebeveynler çocuklarının güvenliğinden endişe etmeye başlar. Şehirdeki işletmeler trafik sıkışıklığının kazançlarını olumsuz etkilemesinden rahatsızdırlar. Polis memurlarının bu karışıklığı gidermek için yaptığı ilk hamleler yetersiz kalır. Caddelerde arabaların, yayalar, çocuklar ve tramvaylarla huzur içinde yaşamasının bir yolu yok gibi görünmektedir.
Sürücüler, aileler, polis, iş adamları ve otomobil üreticiler caddelerin kimin olduğunu ve araba kullanımının nasıl olması gerektiğini tartışmaya başlar. Farklı çıkarlar çatışmaktadır. Mühendisler, bu soruna karşı tarafsız, bilimsel bir çözüm geliştirilebileceğini düşünürler. Şehrin caddelerinin de su ve kanalizasyon gibi bir kamu hizmeti olduğunu ve planlanabileceğini varsayarlar. Fakat trafik akışını iyileştirmenin bir bedeli vardır ve belirli bir alanda yapılacak iyileştirme bir tarafı avantajlı hale getirirken diğerlerini kısıtlamak anlamına gelmektedir. Bilimsel bir çözüm getirme iddiasında olan mühendisler yolların, arabaların olduğu ön kabulüyle hareket ederler. Böylece gerçekten de araçların akışı hızlanır; ama aynı zamanda yayaların caddeleri kullanımı da sınırlandırılır. Sonunda, otomobil üreticilerinin, petrol şirketlerinin, araba sayısının ve otoyolların artmasından çıkarı olanların istediği gerçekleşmiş, şehirler arabalara uygun biçimde yeniden yapılandırılmıştır.
Green’in (2019) işaret ettiği gibi mühendislerin yaklaşımında iki önemli problem vardı. Birincisi, mühendislerin ölçmeyi ve görmezden gelmeyi tercih ettikleri şeylerle ilgiliydi. Modelde yayalara, bisikletlilere ve toplu taşımaya daha az önem verilmiş; bu kesimlerin güvenliği önemsenmemişti. Denklemlerde arabaların yeri yayalardan önce gelmekteydi ve trafik akışının optimizasyonu, daha çok araçlarla ilgiliydi. İşin kötüsü şehirlerin bu radikal dönüşümü nesnellik iddiasıyla maskelenmekte ve bir tarafının verimliliğinin diğerlerini olumsuz etkilediği fark edilememekteydi. İkinci problem ise mühendislerin şehirlerin ulaşım ihtiyacını durağan olarak değerlendirmeleriydi. Yol kapasitesini artırdıklarında insanların gitmek istedikleri yere daha hızlı varabileceklerini varsayıyorlardı. Ama ilginç bir durum vardı: Trafiği rahatlatmak üzere yapılan yollar bir süre sonra tıkanmasına rağmen diğer yollardaki trafik sıkışıklığında büyük bir değişim gözlenmiyordu. Çünkü daha önce trafik sıkışıklığı nedeniyle otomobille yolculuktan kaçınanlar, yeni yollardan yararlanmak istiyor ve yollardaki araç sayısı artıyordu. Mühendisler yeni yapılan veya genişletilen yolların insanların davranışlarını değiştirebileceğini hesap etmemiş ve yol kapasitesini artırmanın yeterli olacağını düşünmüşlerdi.
Ne yazık ki aynı hata bir kez daha, bu sefer akıllı şehirler ve sürücüsüz arabalar bağlamında tekrarlanıyor. Şehirlerdeki ihtiyaçların çeşitliliği ve trafiğin karmaşıklığı dikkate alınmadan karşılaşılan sorunlar teknoloji aracılığıyla çözülmeye çalışılıyor ve yine arabadakilerin bakış açısından bir politika geliştirme hatasına düşülüyor. Green (2019), MIT’nin simülasyonlarında sürücüsüz arabaların trafik ışığı olmayan caddelerde pürüzsüzce hareket ettiğini ama bu simülasyonlarda en önemli ögeye, insanlara, yer verilmediğini belirtiyor. Simülasyonlarda yürüyen, bisiklet süren ve otobüse binen insanlar yok! Üstelik söz konusu simülasyonlar, ABD’nin yaya trafiğinin en yoğun olduğu yerlerden birinde gerçekleşiyor.
Geçen yüzyılda, yayaların otomobiller için feda edilmesi gibi şimdi aynı senaryo sürücüsüz arabalarda yaşanıyor. Kuşkusuz sürücüsüz arabalar güvenliği ve hareket kabiliyetini artıracak. Park yeri konusunda yeni açılımlar da sunabilirler. Fakat ütopyaların distopyaya dönüşmemesi için bu araçların sınırlılıklarını ve uygulamadaki engelleri de atlamamak gerekiyor. Sürücüsüz arabalara teknoloji gözlükleriyle bakanlar, kentsel hareketliliği sadece arabaların hedeflenen yere en kısa zamanda ulaşması olarak ele alıyorlar. Sürücüsüz arabaların her tipte ulaşım sorununun anahtarı olduğunu öne sürüyorlar ve bunu yaparken de diğer alternatif çözümleri görmezden geliyorlar.
Green’in (2019) sürekli vurguladığı gibi asıl mesele nasıl bir şehir istediğimiz. Önce teknoloji sonra şehir demek yerine, önce şehirde yaşayanların ihtiyaçları öncelikli olmalı. Bir teknolojiyi koşulsuz olarak sahiplenip veya reddetmeden önce ilgili teknolojinin şehrin planlama ve hedefleriyle uyumunu ve bu doğrultuda uyarlanabilirliğini değerlendirmek gerekiyor.
Bu bağlamda, yeterince akıllı şehirleri akıllı şehirlerden ayıran iki önemli nokta var. Birincisi, teknolojiyi devreye almadan önce açık bir politikaya gerek duyuyor. Teknolojinin gerekliliğini tartışmadan önce şehrin sorunlarını düşünmeyi ön plana çıkarıyor: Şehirdeki sorunlar ne? Bu sorunlar nasıl önceliklendirilebilir? Teknoloji ve veri yardımıyla şehir hayatı nasıl daha iyi yapabilir?
İkincisi ise araştırma sürecinin teknolojiden çok insanlara odaklanması. Tekniğe odaklanmış çözümler şirketlerin kendi çıkarlarını tarafsız bakış açıları olarak sunabilmelerini sağlıyor. Fakat geleceğin şehirlerini sadece sürücüsüz arabaların çözebileceği trafik optimizasyonu problemleri olarak ele aldığımızda insanların yaşadığı mahallelerden de uzaklaşmış oluyoruz.
Teknolojik Çözümcülük
Evgeny Morozov’un To Save Everything, Click Here başlıklı kitabında tartıştığı ve teknolojik çözümcülük adını verdiği teknolojinin toplumsal sorunlara çözümler getirerek daha iyi bir hayat sunabileceği düşüncesi günümüzde oldukça yaygın. Politika, katılım, yayımcılık, adalet, sağlık vb alanlarda uygun algoritmalar kullanıldığında bir çok toplumsal sorun da çözülmüş olacak. İki yüzlülük politikadan defedilecek, suçlar gerçekleşmeden önlenebilecek, insanlar daha mutlu olacaklar… Morozov, çözümcülüğün sorunun kendisini etraflıca tartışmak yerine çoğunlukla sorunu varsaydığını, varsayılan sorunlara çözümler ürettiğini ve bunun da yeni sorunlara neden olduğunu belirtiyor.
Bir zamanlar dijital teknolojilerin demokrasi sorununu çözebileceği ve katılımı artıracağı iddia edilirken Facebook/Cambridge Analytica skandalı sonrasında demokrasi için bir tehdit olarak görülmesi çözümcülük ideolojisinden kaynaklı beklentilerden kaynaklanıyor. Ancak bu sefer de bir zamanlar internet bağlamında dile getirilen iddiaların yerini akıllı şehir uygulamaları alıyor. Yurttaşların katılımı sorunsalını doğrudan demokrasi ile aşılabileceği varsayımı internet için de sıkça dile getirilen bir tezdi. Topluluk üyelerinin katıldığı ve ülke sorunlarını konuştuğu toplantıların günümüzün büyüyen ve kalabalıklaşan şehirlerinde uygulanamayacağından hareketle demokratik katılım, ölçek ve koordinasyondan kaynaklı sorunlara indirgeniyordu.
Şimdi de, Yavaş’ın Başkent Mobil uygulaması tanıtımında yaptığı gibi, belediye hizmetlerini akıllı telefonlara taşıyarak vatandaşlara hızlı hizmet sunmak ve sorunları onların katılımıyla çözmek gibi hedefler dile getiriliyor. Çünkü sorunların kaynağının belediyelerin insanların bakış açıları hakkında yeterli bilgiye sahip olamaması ve altyapı sorunlarından hızlı haberdar olamaması olduğu varsayılıyor. Bu nedenle, yurttaşlar teknoloji yardımıyla seslerini ilgili birimlere daha kolay ilettiklerinde veya belediyenin faaliyetlerinden haberdar olduklarında sorunların aşılabileceği düşünülüyor.
Teknoloji zararlı değildir ama bu tip uygulamalar yurttaş katılımın çaresi olarak sunmak demokratik bir yönetimin önündeki engellerin görülmesini zorlaştırıyor. Belediyelerin yurttaşların ihtiyaçlarına müşteri hizmetleri birimi gibi yaklaşma eğilimini güçlendiriyor ve kamunun geneline yönelik politikaların geliştirilmesini engelliyor. Çünkü yönetişim, politik bir sorun ve teknolojinin var olan süreçleri ve etkileşimleri daha verimli yapması tek başına yeterli değil. İnsanların süreç ve etkileşimlerin yeniden yapılandırılmasında söz hakkına sahip olması gerekiyor. Ayrıca Green’in (2019) vurguladığı gibi sorunları, ara yüzleri sadece belirli ve sınırlı talepleri iletmek üzere tasarlanmış uygulamalarla değil, yasaları ve kurumları değiştirerek aşabiliriz.
Kısacası, insanlara taleplerini belirli bir çerçevede iletecekleri ve belediyenin duyurularına anında ulaşacakları bir uygulama sunulduğunda e-demokrasiyi ya da katılımcı belediyeciliği hayata geçirmiş olmuyoruz. Sürücüsüz arabalar gibi yurttaşların sorunlarını belediyeye daha hızlı iletebildiği web siteleri ve uygulamalar kötü değil, fakat teknoloji, yıllardır devam eden sorunların çözümü gibi gösterildiğinde diğer seçeneklerin tartışılmasını zorlaştırıyor.
Önümüzdeki günlerde akıllı şehirler hakkında en çok tartışacağımız konuların başında teknolojinin politikanın yerine konulması olacak. Demokrasiyi bilgi ve koordinasyon eksikliğine indirgeyen yaklaşımlar pasifçe diğer seçeneklerin önüne geçiyor. Fakat son yıllarda toplumsal politikalarda kullanımı artan yapay öğrenmeye dayalı sistemler, sayılarla ve algoritmalarla tarafsızca karar verdiğini öne sürerek politikayı tamamen devre dışı bırakabiliyor.
Suçu Önlemede İki Farklı Yaklaşım
Yapay öğrenme sistemleri önce veri kümeleriyle eğitilir, daha sonra da farklı verileri değerlendirerek kestirimlerde bulunur. Kestirimsel analiz veri kümesi içinde bir insanın kolayca fark edemeyeceği örüntüleri tespit edebilir. Sürücüsüz arabalar, satranç ve go’da dünya şampiyonları yenen yazılımlar ve yüz tanıma sistemlerinin arkasında yapay öğrenme vardır. Yapay öğrenmenin, karmaşık örüntüleri anlamlandırma ve tahmin etme yetenekleri, veri varsa neredeyse her sorunun çözülebileceği düşüncesinin yaygınlaşmasına neden oluyor.
Bu sistemlerin, veriye ve algoritmalara dayanması nedeniyle verecekleri kararların daha adil olacağı iddia ediliyor. Fakat son yıllarda O’Neili ve Eubanksii gibi bir çok araştırmacının üzerinde durduğu gibi adaletsiz bir toplumdan elde edilmiş verileri olduğu gibi kullanmak var olan adaletsizliklerin devam etmesine neden oluyor. Örneğin, polisler yıllarca azınlıkları ve yoksul mahalleleri hedeflediğinden veriden elde edilen örüntüler de buna göre oluyor. Algoritmaya göre hareket edip siyahlar daha çok gözetim altında tutulduğunda suçu azaltmıyor, toplumsal eşitsizlikleri süreklileştiriyoruz.
Veri ve algoritma ile verilecek kararların daha nesnel olacağı o kadar kabul gören bir düşünce ki yapay öğrenmenin adalet dağıtımı için kullanılmaması şaşırtıcı olurdu. Hakimler şartlı salıverme kararlarında, kişinin tekrar suç işleme eğilimi hakkında kestirimlerde bulunan sistemlerden yardım alıyorlar. Pennsylvania Üniversitesi’de kriminoloji ve istatistik üzerine çalışan Richard Berk daha iddialı; amaçlarının toplumdaki Darth Vader’ları ve Luke Skywalker’ları birbirinden ayırmak olduğunu söylüyor (Toplumu bu kadar basitleştirmesi bir yana Berk’in tüm Star Wars filmlerinin tamamını izlememiş olduğunu da anlıyoruz). Berk, yeni doğan bebeklerin ebeveynlerinin kim olduğu ve nerede yaşadıkları bilgisiyle 18 yaşından önce bir suç işleyip işlemeyeceğini tahmin etmeye çalışıyor. Fakat Green’in (2019) sorguladığı gibi, bu bize ne sağlayacak? Doğuştan suça meyilli olan insanların bilgisine mi yoksa yıllardır devam eden toplumsal eşitsizliğin sonuçlarına mı ulaşacağız?
Green (2019) algoritmanın geliştirilmesi ve kullanımının politik kararlar içerdiğini belirtiyor. Suç işlenme ihtimali olan bir mahalledeki sorunun kökenlerine inmek yerine mahalleye daha çok polis göndermek politik bir karardır. Algoritmaları suçu azaltmak için kullandığımızda amaç sadece polisin uygulamalarını verimlileştirmek olduğundan suç ve suçun kökenlerini olağanlaştırmış oluyoruz. Suçu azaltmak isteyen bir yönetimin ise evsizlik, akıl sağlığı ve uyuşturucu krizleri, yalıtılmış mahallelerdeki yetersiz eğitim ve iş olanaklarıyla gibi sorunlarla özel olarak ilgilenmesi, kaynaklarını polis göndermek için değil bu sorunları ortadan kaldırmak veya hafifletmek için kullanması gerekir.
Kansas Eyaleti’nde yer alan Johnson County ise suçluları bebekken tahmin etmek gibi akıllı çözümlere başvurmak yerine suçun kökenlerine inerek farklı bir örnek ortaya koyuyor. Yetkililer, küçük ve şiddet içermeyen suçlarda, akıl hastalığı olanların sayısının çok fazla olduğunu fark ettikten sonra bunun üzerinde durmayı tercih ederler. 2011’de polisin akıl sağlığı sorunlarını içeren olaylara yanıt vermesine yardımcı olmak için akıl sağlığı uzmanlarını istihdam etmeye başlarlar.
Johnson County’nin bu çalışmaları Beyaz Saray’ın da dikkatini çeker. Beyaz Saray Bilim ve Teknoloji Politikası Ofisi’nde başdanışman olarak çalışan Lynn Overmann’ın liderliğinde Veri Güdümlü Adalet İnisiyatifi, Johnson County’i de çalışmalara dahil eder. Mahkumların üçte ikisi akıl hastalığı, üçte ikisi madde bağımlılığı ve neredeyse yarısı kronik sağlık sorunları yaşamaktadır. Akıl hastaları, uyuşturucu bağımlılığı ve evsizlik gibi çeşitli sorunlara karşı daha savunmasızdırlar ve bu sorunu çözmek için gerekli hizmet ve eşgüdüm sağlanamamaktadır. Kariyerine kamu avukatı olarak başlayan Overmann görevi sırasında ceza adalet sisteminin akıl hastalığı olan insanlarla ilgilenmedeki yetersizliğine bizzat şahit olmuştur.
Overmann, akıl sağlığı sorunları ve sabıka kaydı olan kişilere, ceza adalet sistemi ile daha fazla temas kurmadan önce yardımcı olabilecek, proaktif ve eşgüdümlü sosyal hizmetler sunmayı hedefleyen bir çalışma başlatır. Görünürde yapılması gereken iş sadece iki veri kümesini (akıl hastalığı olanlar ve sabıka kaydı olanlar) birleştirmektir. Farklı birimler tarafından toplanan veri kümelerini bir araya getirmede hem teknik hem de bürokratik zorluklar vardır. Fakat Johnson County’nin bu iki veri kümesini yıllar önce birleştirmeyi başarmış olması Veri Güdümlü Adalet İnisiyatifi’ne bir test ortamı sağlayacaktır.
2016’da Johnson County, Chicago Üniversitesi’nin Sosyal Fayda için Veri Bilimi Programı ile iddialı bir projede bir araya gelir: Akıl sağlığı ve tıbbi sorunu olan bireylerden hangilerinin ertesi yıl tutuklanacağını belirlemek. Bu bilgilerle Johnson County, akıl hastalığı olan kişilerin ceza adalet sisteminin karşısına çıkmasının önüne geçebilecek ve bu kişilere sosyal yardım sağlayabilecektir. Bu hedef doğrultusunda Johnson County’den 127000 kişinin kayıtlarından yararlanarak 252 özellik (yaş, sabıka tarihçesi ve geçen yıl akıl sağlığı programına kaç kere katılındığı vs) içeren bir yapay öğrenme modeli geliştirilir.
Sonuçta, iki uygulama da yapay öğrenmeden yararlanmıştır. Fakat her biri, politik bir tercihle, polisin rolünü, uygulamalarını ve önceliklerini farklı biçimde değerlendirmektedir.
Ücretsiz Wi-fi Noktaları
Bir teknoloji hedeflerine nasıl ulaşmaktadır? Onu kim kontrol etmektedir? Bunun karşılığını nasıl ödüyoruz? İnşa etmeyi düşlediğimiz toplumla uyumlu mudur? Karşı karşıya kaldığımız akıllı (!) uygulamalarda bu soruları atlamamak gerekiyor. Örneğin, AnkaraKart için bu soruları sormak yararlı olacaktır.
Green’in (2019) belirttiği gibi teknolojinin sosyal ve politik ilişkileri yapılandırma biçimleri, hizmet ettiği açık işlevden daha da önemli olabilir. Çünkü akıllı şehir, gözetimi, şirket karlarını ve sosyal kontrolü artırmanın bir aracı haline gelebilmektedir. New York City’deki ücretsiz internet erişimi, akıllı şehir uygulamaları hakkında dikkatli olmamızı gösteren ve sık karşılan bir örnek. Hizmetler internete taşındıkça ona erişemeyenler açısından eşitsiz koşullar oluşuyor. İnternet olmadan işe başvurmak, sağlık hizmeti almak ve diğer insanlarla bir araya gelmek giderek zorlaşıyor. Özellikle dar gelirlilerin internete erişiminin olmaması eşitsizliği artırıyor. New York City, bu sorunu çözmek ve insanlara ücretsiz kablosuz internet bağlantısı sağlamak için şehre 7500 kiosk yerleştirmeyi planlar. Üstelik bunun hiçbir maliyeti olmayacaktır.
Fakat daha sonra New York City sakinlerinin büyük bir sorunla karşı karşıya oldukları ortaya çıkar. Kioskların sahibi, Google’ın üst şirketi Alphabet’e bağlı Sidewalks Labs’tır ve insanlar hakkında topladığı veriden kazanç sağlayacaktır. Böylece insanlar hakkında toplanan veriler yapay öğrenmeyle işlendiğinde veri kümesinde açıkça belli olmayan kişisel bilgilere ulaşılacaktır. İnsanların yaşadığı ve çalıştığı yerler bilinebilir; camiye giden, gece çalışan, gey barlarına giden, kemoterapi alan vb kişiler belirlenebilir. Takip edilmek istemeyen birinin sunulan hizmeti kullanmaması gerekmektedir. Böylece bir yandan bir eşitsizliği gidermek isterken diğer yandan mahremiyet hakkında başka bir eşitsizlik yaratılmaktadır.
Akıllı şehirler hükümet ve şirketlerin topladıkları veri miktarında bir artış anlamına geliyor. Bu veri trafiği azaltmak, altyapıyı geliştirmek ve enerji verimliliği için de kullanılabilir. Bu nedenle Chicago örneğinde olduğu gibi belediyelerin aldıkları hizmetleri iyi değerlendirmeleri ve karar alma süreçlerine yurttaşları da katmaları gerekiyor.
Chicago’da hava kalitesi, yaya ve araç trafiği ve sıcaklık vb hakkında analizler yapabilmek için şehrin belirli noktalarına algılayıcılar yerleştirilmesi gündeme gelir. Böylece ağaçlandırılacak veya otobüs durağı yapılacak yerleri planlamak kolaylaşacaktır. New York City’de olduğu gibi yine çok fazla veri toplanacaktır. Ama bu sefer karşımızda özel bir şirket tarafından yürütülen ve amacı kâr elde etmek olan bir proje yoktur. Proje, kamu ve akademi işbirliği ile kamu çıkarları doğrultusunda yürütülmektedir. Halkın görüşü alınarak ve ne veri toplandığı hakkında bilgi verilerek bir çalışma yapılır. Algılayıcıların sağlayacağı yararlar anlatılır. İnsanlara kaygılarını dile getirmeleri için fırsat verilir. Örneğin, sadece araç sayısını ölçmek için kullanılan kameraların topladığı görüntülerin insanların hareketlerini takip etmek için de kullanılabileceği hakkındaki kaygılar ifade edildiğinde bu kaygılar dikkate alınır.
Akıllı şehir tartışmalarında verimlilik ve inovasyon söyleminin her yolu meşrulaştırmanın aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. İnsanlar, mahremiyet ve inovasyon arasında yanlış bir ikileme zorlanıyorlar. Bir hizmet için hangi verilerin toplanması gerektiği tartışılıyor. Green’e (2019) göre ise asıl sorun mahremiyeti ihlal etmeden veri yardımıyla hedeflerimize nasıl ulaşabileceğimiz. Yeterince akıllı şehirlerde, teknolojinin üretimi ve kontrolü üzerinde demokratik bir kontrolün olması, belediyelerin hem şirketler üzerindeki otoritesini kurması hem de kendisinin demokratik olması gerekiyor. Uygulamalar şeffaflık, hesap verilebilirlik ve en az düzeyde veri toplama ilkeleri doğrultusunda geliştirilmeli.
Karmaşık Problemlere Teknolojik Çözümler
Akıllı şehir teknolojileri, 21. yüzyılın temelini oluşturacak. Bu dönüşüm sürecinde şirketlerin kendi çıkarlarını inovasyon, verimlilik ve optimizasyon kelimeleriyle süsleyerek pazarlaması karşısında dikkatli olmak gerekiyor. Ama en önemlisi Green’in (2019) kitap boyunca ısrarla üzerinde durduğu gibi karmaşık sorunları teknoloji problemlerine indirgemekten kaçınmak. Toplum, rasyonalite ve verimlilik göz önünde bulundurarak optimize edilmeye çalışıldığında, karmaşık ekosistemler basitleştirilmiş şemalara indirgeniyor ve genellikle dönüşü olmayan hasarlara neden olabiliyor.
Akıllı şehir vizyonunun içerdiği sıkıntıları gösteren bir çok tarihsel örnek var. Bunlardan biri de 18. yüzyıl sonlarında Prusya ve Saksonya’daki bilimsel ormancılık denemeleri. Bu dönemde orman bir habitat olarak değil de verimli ve ekonomik bir şekilde yönetilecek bir ekonomik kaynak olarak görülüyordu. Krallığın ormanlara bakışı daha çok keresteden yıllık olarak elde edilebilecek geliri artırmak üzerineydi. Bu dönemde gündeme gelen bilimsel ormancılık, matematiksel analizlerle ormanları planlamayı ve daha çok kereste elde edebilmeyi hedefler. Scott’un (2008) yazdığı gibi “faydacı söylem ‘doğa’ tabirini ‘doğal kaynaklar’ olarak değiştirerek, doğanın insan kullanımına tahsis edilebilecek yönlerine odaklanır”:
Böylece değerli ağaçlar “kereste”ye dönüşürken, onlarla rekabet eden türler “çöp” ağacına ya da “çalı”ya dönüşür. Aynı mantık fauna için de geçerlidir. Yüksek değere sahip hayvanlar “av eti” ya da “çiftlik hayvanı” olurken, onlarla rekabet eden ya da onları avlayan hayvanlar “yırtıcı hayvan” ya da “zararlı böcek” olur. (s. 31)
Yeni matematiksel teknikler, bilim insanlarının çevreyi takip etmelerine ve her ağacın büyüklüğünden ve yaşından üreteceği odun miktarını hesaplayabilmelerine yardımcı olur. Ormanlar, soyut olarak, âdeta ticari bir işletme gibi ele alınmaktadır. Eski kaotik orman yerini tek biçimli bir ormana bırakmaya başlar. Çalılıklar temizlenir, tür sayısı azaltılır, geniş arazilere eş zamanlı ve düz çizgiler halinde ağaçlar dikilir.
İlk başta çok başarılı sonuçlar alınır ve Almanların uygulamaları dünyanın diğer bölgelerine de yayılır. Ancak birkaç kuşak sonra üretim geriler ve bazı ormanlar tamamen yok olur. Green’in (2019) belirttiği gibi yaşanan aslında tam anlamıyla ağaçlardan ormanı görememektir. Belirli ağaçlar için optimize edilmiş orman, çalıları, bitkileri, kuşları, böcekleri vb’yi göz ardı ederek ekosisteme zarar vermiştir. Dünyayı dar bir vizyona göre yeniden yapılandırırken ölçülmeyen şeyleri gereksiz ve zararlı olarak göz ardı etmiştir. Sonraki yıllarda, Almanlar, tüm çabalarına rağmen ormanları tamamen eski hallerine getiremezler…
Akıllı şehir projelerinde de beklenmedik sorunlarla karşılaşabiliriz. Şubat ayında ülkemize gelen Richard Sennett’in dediği gibi (https://www.youtube.com/watch?v=4QeFxx9-Zrc),
“Çünkü şehir karmaşık bir sistem. Tamamlanmamış, hep değişimin olduğu bir şey… Hükümet ‘şehri verimli kılmak için bir planımız var’ dediğinde şehir ölmeye başlar.”
Kaynaklar
Green, B. (2019). The smart enough city: putting technology in its place to reclaim our urban future. MIT Press.
Scott, J. C. (2008). Devlet Gibi Görmek İnsanlık Durumunu Geliştirmeye Yönelik Projeler Nasıl Başarısız Oldu (N. Erdoğan, Çev.). İstanbul: Versus Kitas.
i O’Neil, C. (2016). Weapons of math destruction: How big data increases inequality and threatens democracy. New York: Crown Publishers.
ii Eubanks, V. (2018). Automating inequality: How high-tech tools profile, police, and punish the poor. St. Martin’s Press.
İlk Yorumu Siz Yapın