"Enter"a basıp içeriğe geçin

Çemberin Dışına Çıkabilmek

George Orwell’in 1984’ü de Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası da uzak bir gelecekten bahseden karşı ütopyalardır. Her iki eser de günümüze dair önemli öngörülere sahiptir. Bugün artan mahremiyet ihlalleri ve gözetim uygulamaları nedeniyle sık sık 1984’ü anımsarız. Fakat 1984’ün hedefinde herhangi bir sistem değil Sovyetler Birliği vardır. Orwell o kadar başarılıdır ki şu an bile 1984’e en çok yaklaşan ülkeler hangileridir diye sorulsa ilk akla gelecek ülkeler yine Batı’nın azılı rakipleri Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore olacaktır. Ancak Cesur Yeni Dünya, ütopya ve karşı ütopyanın iç içe geçtiği, hatta karşı ütopyanın çoğu zaman ütopya olarak pazarlandığı günümüz dünyasına daha uygun düşmektedir.

Yazarın hayal gücü ister istemez yaşadığı dönemin koşulları ile sınırlıdır. “Şirket Egemenliği Çağı”nın dinamiklerini, gereksinimlerini ve tehditlerini bu kitaplarda bulamamamız doğaldır. Bu bağlamda, Amerikalı yazar Dave Eggers’ın 2014’ta yayımlanan ve 2016 yılında Türkçe’ye çevrilen Çember [1] (Circle) adlı romanı bu eksikliği gidermekte, günümüzdeki eğilimlerden yola çıkarak önümüzdeki yolları değerlendirmektedir. İşin kötü yanı Eggers’ın yazdıkları 1984 ve Cesur Yeni Dünya’yla karşılaştırıldığında oldukça sıradan ama bir o kadar da somut ve korkutucu eğilimlerdir ve sanki gerçekleşmelerine ramak kalmıştır.

Romana adını veren Çember, ABD’nin en büyük şirketinin adıdır. Facebook ve Google gibi devler tarihe karışmış, yerini Çember’e bırakmıştır. Çember, çok farklı alanlardaki faaliyetleri, iş ortamı ve bitmek bilmez veri açlığıyla Google’ı, mahremiyeti küçümseyen ve açıklığı savunan anonimlik karşıtı söylemiyle de Facebook’u anımsatmaktadır. Romanın kahramanı Mae, üniversiteden arkadaşı ve Çember’de üst düzey yönetici olan Annie’nin de yardımıyla Çember’de çalışmaya başlar. Kitapta Çember’in Mae’yi nasıl içine aldığı ve Mae’nin şirket kültürünü nasıl içselleştirdiği anlatılmaktadır.

Çember, günümüz teknoloji şirketlerinin çoğu gibi bir hacker tarafından kurulmuştur. Tyler Alexander Gospodinov, kısaca Ty, Çember’i üniversitede bir yıl okuduktan sonra kurmuştur ve “önceden internette ayrı ve dağınık halde duran her şeyi (kullanıcıların sosyal medya profillerini, ödeme sistemlerini, muhtelif şifreleri, e-posta hesaplarını, kullanıcı adlarını, tercih ve ilgi alanlarını ortaya koyan her çeşit aracı) bir araya getiren” Tümleşik İşletim Sistemi’nin mimarıdır. Ty daha sonra internette anonimliği tamamen ortadan kaldıran GerçekSen’i geliştirir: “Kişi başına tek bir hesap, tek bir kimlik, tek bir şifre, tek bir ödeme sistemi. Birden fazla şifre, birden fazla kimlik yoktu artık. Aygıtlarınız sizin kim olduğunuzu anlıyordu; sahip olduğunuz tek kimlik -GerçekSen, sabit ve maskelenemez kimliğiniz- ödeme yapan, üye olan, karşılık veren, görüntüleyen ve gözden geçiren, gören ve görülen kişiydi. Gerçek adınızı kullanmak zorundaydınız, o da kredi kartlarınıza, bankanıza bağlıydı, dolayısıyla ödeme yapmak artık çok basitti. Çevrimiçi yaşantınız boyunca tek bir düğmeniz olacaktı.”

Ty sosyal açıdan uyumsuz bir karakterdir ve asperger sendromlu olduğu hakkında söylentiler vardır (Aynı söylendiler Bill Gates için de var). Şirketin halka arzından altı ay kadar önce Eamon Bailey ile Tom Stenton’ı işe alarak yatırımcıların korkularını dindirmiştir. Bailey ve özellikle Stenton ise yenilikçi fikirleri paraya çevirme konusunda ustadırlar (Ty ile ortaklarının ilişkisi bir hacker olan Steve Wozniak ve yenilikleri paraya çevirme ustası olan Steve Jobs’ın ilişkisini anımsatıyor).

Bailey “kır saçlı, elma yanaklı, gözlerinin içi gülen, mutlu ve samimi” biridir. Yalnız şirketin halka dönük yüzü değil, ütopyanın da simgesidir. “Herkesin herkese ve bilinen her şeye kısıtsız erişimi sağlandığında hayatın daha güzel olacağına, mükemmel olacağına”, “açıklığın, tüm insanların birbirlerine tam ve kesintisiz erişiminin dünyaya faydası dokunacağına”, “dünyanın nicedir bunu beklediğine, tüm ruhların birbirine bağlanacağına” gerçekten inanan biridir. Ty’a göre Bailey’in “tüm bilgilerin, kişisel olsun ya da olmasın, herkesçe bilinmesi gerektiği fikri” başka bir çağda olsaydı “üniversitenin birinde, eksantrik bir profesör tarafından savunulan marjinal bir görüşten ibaret” olacaktır. Ama Bailey’in naifliği Çember’in CEO’su Stenton’un kapitalist ihtiraslarıyla birleşince Pandora’nın kutusu açılır. Stenton, su katılmamış bir kapitalisttir ve acımasızdır.

Çember, çalışanları için ütopyanın gerçekleştiği yerdir. Çember, çalışanlarının sağlığıyla sürekli yakından ilgilenmekte ve onları şirket yerleşkesinde olabildiğince tutabilmek için büyük çaba göstermektedir. Çalışanlar bir yandan Çember için delicesine çalışırken, diğer yandan yerleşkedeki sosyal etkinliklerle işgücü yeniden üretilmektedir. Çalışanlar, satın almak isteyebilecekleri hemen her şeyi yerleşkede bulabilmekte, uyumak için kendi evine gitmek yerine Çember’in sağladığı konaklama olanaklarından yararlananların sayısı her geçen gün artmaktadır. Çalışanlar, şirketlerini kâr amacıyla kurulmuş bir yer olarak algılamazlar. “Burada İnsanlar Çalışıyor” yazılı tabelaların, Çember’in bir sömürü yeri değil, insanlığa saygı gösterilen bir yer olduğunu göstermek için konulduğu söylenmektedir.

Başta Mae olmak üzere çalışanlar da Bailey gibi insanlığa çok yararlı işler yaptıklarını, dünyada aksayan şeylerle ve kötülükle mücadele ettiklerini düşünmektedir. Çember’in Evcimen adlı telefon uygulaması evi tarayıp içerideki tüm ürünlerin barkodlarını saptamakta ve biten bir şey varsa yenisini sipariş etmektedir (Nesnelerin internetini anlatmak için sık sık kullanılan akıllı buzdolabı örneğini hatırlayalım).

Mae’nin eski erkek arkadaşı Mercer Evcimen hakkında,

“Bunu bana nasıl satmaya çalıştılar biliyor musun? Her zamanki ütopyacı bakışla. İsrafı azalttığını söylediler. Mağazalar müşterilerin ne istediğini bilirlerse aşırı üretim, aşırı nakliyat yapmazmış, böylece satın alınmayan ürünleri çöpe atmak zorunda kalmazmış. Sizin oradakilerin kabul ettirmeye çalıştığı her şey gibi bu da kulağa mükemmel geliyor ama yaptığımız her şeyi daha fazla kontrole, daha fazla gözleme tabi tutuyor.” dediğinde Mae buna şöyle tepki gösterir: “Çember dediğin benim gibi insanlardan oluşan bir grup. Bizim hep birlikte bir odada oturup sizi gözetlediğimizi, dünyayı ele geçirme planları yaptığımızı filan mı iddia ediyorsun?” Mercer ise sorunun da bu olduğunu ve kolektif olarak yapmakta oldukları şeyden bireysel olarak bihaber olduklarını söyler ve liderlerinin iyiliksever görünümüne kanmaması hakkında onu uyarır.

Ve daha sonra çocukların kaçırılmasını engellemek için çocuklara çipler takılmaya başlanması ve her vatandaşın mutlaka bir Çember hesabı olmasının zorunlu kılınmasıyla Çember’in kapanmak üzere olduğu konuşulmaya başlar. Çember hepimizi içine alacak şekilde kapanmaktadır ve kimse onun dışında kalamayacaktır.

Yaratıcı fikirlerle dolup taşan ama yaptığının tam olarak neye yola açabileceğini kestiremeyen Ty’ler; insanlığa büyük iyilikler yaptıklarına ve dünyadaki kötülüklere teknolojik çözümler getirdiklerine yürekten inanan ve teknolojik çözümlerin yarattığı yeni sorunları yine aynı yolla çözmeye çalışırken bir girdaba yakalanan Bailey’ler; bir ütopyanın içinde yaşadığına yürekten inanan ve sorgulayamayan kolektif zekanın parçası Mae’ler; ekonomik zenginlikten sonra politik güç hırsına kapılan Stenton’lar… Her biri, günümüz gerçekliğinin bir parçasıdır. Çemberin daralması da öyle… Bilgi akışının tamamen kontrol edilmesi; tüm parasal işlemlerin, tüm sağlık ve DNA verilerinin, kişisel hayatın iyi kötü her parçasının tek bir kanaldan akarak bir merkezde toplanması bir karşı ütopyadır; ama daha kötüsü bunun Bailey gibi insanların ütopyası olması ve Mae gibi insanları da peşinden sürükleyebilmesidir.

Buna karşı ne yapılabilir? Önce sorunun farkında olmak gerekmektedir. Hak ve özgürlükler konusunda toplumun en duyarlı kesimleri bile ütopya diye pazarlanan geleceğin etkisi altındadır. Arap Baharı ve aynı dönemde dünyayı sallayan “İsyan ve Umut Ağları” birçok insanı yakından etkilemiş ve de teknoloji şirketlerinin politikaları karşısında etkisizleştirmiştir. “Tamam, mahremiyet ihlali ve gözetim gibi sorunlar olabilir. Ama Mısır, Wall Street, Tunus, Türkiye, İran vb örneklerde olduğu gibi sosyal medyanın, en başta Facebook ve Twitter’ın, sosyal hareketlerdeki inkar edilemez rolü de var.” denilmektedir.

Çember’de Bailey de her yana yerleştirecekleri ve fark edilmesi çok zor DeğişimiGör kameralarını tanıtırken de aynı örneğe dayanmaktadır. Tahrir Meydanı’ndaki kameralardan ekranlara yansıyan görüntüler o kadar nettir ki askerlerin isim etiketleri, hatta insanların yüzlerindeki ter damlacıkları seçilebilmektedir. DeğişimiGör kameraları sayesinde “şiddet uygulayan her asker anında, sonsuza dek silinmeyecek biçimde kayıtlara geçer. Bir savaş suçundan ya da başka bir şeyden yargılanmaları gündeme gelebilir. Meydanı gazetecilerden temizleseler bile kameralar hâlâ orada. Onları bulup ortadan kaldırmayı istedikleri kadar denesinler, çok küçük oldukları için nerede olduklarını, kimler tarafından ne zaman, nereye yerleştirilmiş olduklarım asla tam olarak bilemeyecekler. Güçlerini kötüye kullanmalarını engelleyecek bu. Düşünsenize, sıradan bir asker, bir kadını yerlerde sürüklerken onlarca kamera tarafından görüntülenip sonsuza dek damgalanacağından korkmaz mı artık?”

Bailey’in kitapta sürekli dile getirdiği ve Mae’yi de ikna ettiği tez budur. Şeffaflık olduğu zaman insanlar izlendiklerini bildiklerinden suç işlemeyeceklerdir. Ne sıradan insanlar ne de o an için gücü elinde tutan yetkililer… Aslında sosyal medyanın, aktivistlerin gözünde meşruluk kazanmasının en büyük nedenlerinden biri de ana akım medyanın sessiz kaldığı durumlarda gerekli şeffaflığı sağlayabilmesidir.

Dijital Teknolojiler ve Ağa Dayalı [2] Toplumsal Hareketler

Ağ dayalı toplumsal hareketler dünyanın dört bir yanında (Arap ülkelerinde, ABD’de, Türkiye’de, Yunanistan’da, İspanya’da) hızla kitleselleşmiş ve bir süre sonra büyük bir çoğunluğu başka siyasi hareketlere evrilemeden sönümlenmiştir. Teknolojinin siyaset ve toplum üzerindeki etkisi üzerine çalışan, Chapel Hill Kuzey Karolina Üniversitesi’nden Zeynep Tüfekçi’nin Twitter and Tear Gas: The Power and Fragility of Networked Protest (Twitter ve Biber Gazı: Ağa Dayalı Protestoların Gücü ve Kırılganlığı) adlı kitabı dijital teknolojiler ve özellikle sosyal ağlar hakkında yıllardır tekrarlanan tezlerin dışında yeni açılımlar sunuyor.

Tüfekçi, Zapatistalar’dan beri dijital teknolojiler ve toplumsal hareketler ilişkisini araştırmakta. 90’lı yılların sonunda Zapatistalar’ın efsane komutanı Marcos’un internette dolaşan sözleri muhalifler açısından yeni bir dönemin habercisiydi. Tüfekçi, 1997 yılında Zapatistalar’ın yaşadığı Meksika’nın Chiapas bölgesine gittiğinde değil internet, elektrik bile yoktur. Ama Zapatistalar, neoliberalizme karşı mücadelelerini internetle tüm dünyaya duyurmayı denemiş ve bunda da başarılı olmuştur. Daha sonra dijital teknolojileri yoğun olarak kullanmaya başlayan küreselleşme karşıtı hareketler gelir ve ardından Manuel Castells’in “İsyan ve Umut Ağları” adını verdiği örnekler ortaya çıkar.

Tüm bu hareketlerde dijital teknolojilerin üç önemli etkisi vardır. Birincisi, toplumsal hareketler geleneksel medyanın neyin haber değeri taşıyıp neyin taşımadığı konusundaki karar verici tekelini dijital teknolojiler yardımıyla kırabilmişlerdir. Toplumsal hareketler geleneksel medyada çoğu zaman yıkıcı ve kışkırtıcı eylemler bağlamında yer bulabilmekteyken dijital teknolojiler toplumsal hareketlere kendi anlatılarını oluşturma şansı vermiştir. Artık toplumsal olaylarda geleneksel medyanın sınırlı sayıdaki kameraları yoktur. Çok sayıda kamera, olayları farklı açılardan çekmektedir. Aktivistlerin ellerindeki kameralar, gözetleyenlerin gözetlenebilmesini sağlamış ve elde edilen görüntüler sosyal medyada paylaşılarak geleneksel medyanın sistemli bir biçimde görmezden geldiği olaylar tüm dünyanın dikkatine sunulabilmiştir. Dijital teknolojilerin ikinci etkisi, insanların yakın çevrelerinin ötesinde de bağlantılar oluşturabilir hale gelmesidir. Politik bildirimler normal şartlarda ulaşılması zor olan insanlara doğru hızla ilerleyebilmiştir. Ayrıca insanlar sosyal ağlar sayesinde kendileriyle hemfikir, gidişattan rahatsız olan çok sayıda insan olduğunu, kısacası yalnız olmadıklarını, fark edebilmiş ve bu kişilerle etkileşime geçebilmiştir. Üçüncü etkisi ise toplumsal hareketlerin koordinasyonunu kolaylaştırmış olmasıdır. Aktivistler akıllı telefonlarıyla, eylem alanında daha önce sadece kolluk kuvvetlerinin sahip olduğu iletişim gücüne sahip olabilmiştir.

Dijital teknolojilerin ve özellikle sosyal ağların bu özellikleri tekrar tekrar anlatılmaktadır. Fakat ağa dayalı toplumsal hareketler, dijital teknolojilerle elde ettikleri avantajlara rağmen neden bir süre sonra somut bir kazanım elde edemeden çözülmektedir?

Tüfekçi (2017), bu soruyu yanıtlarken Şerpalar’ın yardımıyla Everest’e tırmanan dağcıların hikayesini anlatmaktadır. Şerpalar, Nepal’in dağlık kesiminde, özellikle Himalayalar’da yaşayan bir halktır. Everest’e tırmanmak isteyen dağcılara sundukları destek Şerpalar’ın önemli gelir kaynaklarından biridir. Şerpalar, daha tecrübesiz dağcıların bile Everest’e tırmanabilmesine yardımcı olmaktadır. Şerpalar, dağcılar için fazladan oksijen tüpleri bulundurmakta, merdivenleri ve ipleri hazırlamakta, çadırları kurmakta, yemeklerini pişirmekte ve hatta sırt çantalarını taşımaktadır. Bazı yerlerde, tırmananların işini kolaylaştırmak için kalıcı ipler vardır. Böylece fazla dağcılık tecrübesi olmadan da bir çok insan Everest’e tırmanabilmektedir. Şerpalar’ın bu hizmetiyle Everest’e tırmananların sayısının artması “Everest’in zirvesi yol geçen hanı mı oldu?” sorusunu gündeme getirmiştir (http://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2013/05/130528_everest_sorunlar). Fakat Everest, hala Everest’tir. Şerpalar’ın hizmetlerine rağmen tırmanış hala tehlike ve zorluklarla doludur. Yüksek rakımlardaki ince hava, Şerpalar’ın taşıdığı oksijen tüpleriyle aşılabilmektedir. Ama her şey düzgün giderse! Ani bir fırtına, bozulan bir oksijen tüpü, çığ gibi beklenmedik durumlar Everest’e tırmanmak için gerekli olan yeteneği edinememiş dağcıları yükseklerde çaresiz bırakmakta ve tırmanış ölümle sonuçlanabilmektedir. Tüfekçi (2017), dağcıların Everest’e tırmanabilmek için gerekli yetenekleri daha önceki tırmanışlarında edinmesinin ve geliştirmesinin onlara avantaj sağladığını ve gerekli yetenekler olmadan, Şerpalar’ın yoğun desteğiyle yapılan tırmanışların herhangi bir zor durumda hazırlıksızlık nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandığını vurgulamaktadır.

Tüfekçi’ye (2017) göre ağa dayalı toplumsal hareketlerde de benzer bir sorun yaşanmaktadır. Hareketler, geçmişe göre çok daha büyük bir hızla insanları sokağa dökebilmekte, ama sonrasında karşı karşıya kaldıkları sorunları aşabilecek taktik esnekliğe sahip olamadıklarından bocalamaktadırlar. Taktiklerini değişen koşullara göre uyarlayamamakta, taleplerini müzakere edememekte ve politika değişiklikleri için kararlı bir duruş gösterememektedirler.

Tüfekçi (2017), ABD’deki Sivil Haklar Hareketi ile günümüzdeki ağa dayalı toplumsal hareketleri karşılaştırmakta, Sivil Haklar Hareketi’nin büyürken geliştirdiği kolektif karar alma süreçlerinin onu krizlere karşı daha dayanıklı yaptığını ve değişen şartlara göre taktiksel değişikliklere gidebildiğini belirtmektedir. İlk başta sıradan ve angarya gibi görünen örgütlenme, lojistik ve koordinasyon için harcanan zaman geleneksel hareketleri olgunlaştırmaktadır. Dolayısıyla, önceden insanların ve örgütlerin bir araya gelerek uzun ve zorlu bir çalışmayla örgütledikleri yürüyüşler, protestolar ve boykotlar karar alma mekanizmalarını da bu süreç içinde örmektedir. Herhangi bir sorunla karşılaşıldığında, geri adım atılacağında ya da müzakere yoluna gidileceğinde hareket bunun için gerekli yetenekleri edinmiş olmaktadır.

Şimdi ise bu tipte çalışmalara gerek kalmadan büyük hareketler ortaya çıkmakta, ama en temel konularda bile özellikle konsensüste ısrarcı olmaları nedeniyle kritik durumlarda karar alıp harekete yeni bir yön verememektedirler. Günümüz hareketleri, katılımcılığa önem vermekte, lidersizliği savunmakta ve yatay örgütlenmeleri tercih etmektedir. Temsili demokrasinin bittiğine inanılmakta ve liderlere güvenilmemektedir. Tüfekçi (2017), formel örgütlenmeler, liderlik ve geniş bir altyapı oluşturulmadan hareket edebilme arzusunu yaratanın dijital teknolojiler olmadığını, 1960’lı yıllarda da bunun izlerini görmenin mümkün olduğunu belirtmektedir. 2010 sonrası dönemde bu arzularını dijital teknolojiler yardımıyla gerçekleştirebilecekler ve bürokratik yapılanmalar yerine, kişilerin süreç içinde ortaya çıkıp inisiyatif aldığı örgütlenmeler geliştireceklerdir. Ancak en büyük zaafları da tercih ettikleri bu örgütlenme modelinden kaynaklanacaktır.

Hükümetler de ilk başta ağa dayalı toplumsal hareketler karşısında bocalamış ve karşılarında müzakere edilebilecek veya etkisizleştirilecek bir liderliğin olmamasının sıkıntısını yaşamışlardır. Ancak hükümetler, ilk baştaki şaşkınlıklarından kısa bir süre sonra bu hareketlerin örgütsel zaaflarını fark edeceklerdir. Tüfekçi (2017) geleneksel toplumsal hareketlerin örgütlediği bir yürüyüş veya boykotun hükümete hareketin gücünü ve sonrası için kararlılığını gösterdiğini, ağa dayalı toplumsal hareketlerin bir araya getirdiği insanların ise bu mesajı veremediği üzerinde durmaktadır.

Sansürün Yeni Biçimleri

2011’de Mübarek hükümetinin eylemcilere karşı tavrı ve yaptığı hatalar diğer hükümetler için önemli dersler içermektedir. Mübarek Facebook’daki hareketliliğin bu kadar tehlikeli olabileceğini öngörememiştir. Ama Mübarek’in asıl hatası olaylar büyümeye başladığında internet erişimini kesmek olmuştur. Fakat dijital çağda geleneksel anlamıyla sansür eskisi kadar etkili olamadığı gibi “Streisand etkisi” [3] olarak adlandırılan bir durum da yaratabilmektedir. İnternet öncesi dönemde bir film, gazete veya kitap sansürlendiğinde buna farklı yollardan erişim zor olduğu gibi aktivistlerin diğer insanların sansürlenen içeriğe erişimini sağlaması daha da zordur. Mübarek’in internet erişimini kısıtlaması ise aktivistlerin haberleri dünyaya aktarmasına engel olamamıştır. Streisand etkisi sonucunda gizlenmek istenen şey daha büyük merak uyandırmış ve insanlar konuyu daha çok deşip yaymıştır. Aktivistler, insanların dikkatini Tahrir Meydanı’na çekmeye çalışırken Mübarek’in erişimi kısıtlaması sonucunda merak artmış ve daha çok insan Tahrir Meydanı’nda olanlarla ilgilenmeye başlamıştır. Ayrıca meydandaki yakınlarından haber alamayan insanlar da Tahrir’e koşmuşlardır.

Mübarek’ten bugüne hükümetler artık eskisi gibi acemice davranmamaktadır. Hükümetlerin yeni sansür uygulamaları çok daha inceliklidir ve hükümetler hareketlerin sinyallerini daha doğru değerlendirebilmektedir. Bu bağlamda Tüfekçi’nin (2017) toplumsal hareketlerin kapasiteleri ve verdikleri sinyaller hakkındaki tartışması oldukça aydınlatıcıdır.

Tüfekçi (2017) toplumsal hareketlerin gücünün sadece harekete katılan insanların sayısı ve enerjikliği ile değerlendirilemeyeceğini, hareketin bir sosyal değişimi sağlamadaki kolektif yeteneğine bakmanın gerekli olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla harekete katılan insan sayısı gibi çıktılardan öte hareketin bir anlatı oluşturabilme, seçimsel veya kurumsal değişiklik yaratabilme veya statükoyu bozabilme yeteneklerini tartışmak, özellikle dijital teknolojiler yardımıyla örgütlenen toplumsal hareketlerde daha açıklayıcı olacaktır.

Anlatı oluşturabilme kapasitesi, hareketin kendi hikayesini kendine göre anlatabilmesini, insanları ikna ederken hareketin meşruiyet zeminini oluşturmasını sağlamaktadır. Hareket, insanların dikkatini çekebilmeli ve belirli bir anlatının doğruluğuna onları inandırabilmelidir. Anlatı oluşturabilme kapasitesi hareketin kendi dışındaki insanları hedeflerinin önemine ve hareketin meşruluğuna ikna edebilmesi için gereklidir. Fakat aynı zamanda hareket kendi üyelerini de ikna etmek zorundadır; çünkü uzun, riskli ve başarısı şansının az olduğu bir yolda çeşitli riskler almaları gerekecektir. Kuşkusuz dijital teknolojilerin toplumsal hareketlere en büyük katkısı kendi anlatı kapasitesini artırmak olmuştur. Hareketler, ana akım medyanın görmediği veya görmek istemediği konuları, kendi bakış açılarından aktarabilmişlerdir.

Seçimsel veya kurumsal değişiklik yaratabilme kapasitesi özellikle temsili demokrasinin ve seçimlerin önemli olduğu yerlerde önemlidir. Eğer hareketin seçimlere etki edebilme gücü varsa siyasetçiler hareketin taleplerine karşı daha duyarlı olacaktır. Ancak hareketin hükümeti iktidara getiren seçmenler üzerinde bir etkisi yoksa, muhalefete desteği artırmıyorsa seçimsel değişiklik yaratabilme kapasitesinin olmadığı söylenebilir. Yunanistan’daki Syriza ve Podemos dışındaki bir çok hareket temsili demokrasiye güvensizlikleri nedeniyle bu kapasiteyi geliştirmekten bilinçli olarak uzak durmuştur.

Statükoyu bozabilme veya işleyişi aksatabilme kapasitesi ise etkili fakat yönetilmesi zor bir süreci gerektirmektedir. Bu yol kapatma ve meydanların işgali ile olabileceği gibi Amerikan Sivil Haklar Hareketi’ndeki gibi uzun süreli boykotlarla veya Mahatma Gandhi’de olduğu gibi sivil itaatsizlik eylemleriyle yapılır. Hareketin çok dikkatli olması gerekmektedir, örneğin hareket, insanlar otobüsleri boykot ederken onlar için alternatifler geliştiremiyorsa ve değişen koşullara göre taktik esnekliğe sahip değilse eylemlerinin geri tepme ihtimali yüksektir. Toplumda tepki ve kendi üyeleri arasında yılgınlık yaratma ihtimalleri de vardır.

Hükümetler karar alırken hareketlerin bu (ve diğer) yeteneklerinden yayılan sinyalleri değerlendirirler. Mübarek’in hatası bu sinyalleri yanlış değerlendirmek ve yaptığı hamlelerle muhalif hareketi güçlendirmek, özellikle anlatı kapasitesini artırmak olmuştur. Tüfekçi (2017), doğada ve bireysel ilişkilerde olduğu gibi toplumsal hareketler için de verilen sinyallerin önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Verilen sinyaller gerçek veya aldatıcı olabilir. Örneğin birçok zehirli hayvan parlak renklere sahiptir. Avcı hayvanlar bunları yememeleri gerektiğini bilirler. Bazı hayvanlar ise zehirsiz olmalarına rağmen bu zehirli hayvanları taklit edip “ben parlak renkliyim, zehirli olabilirim” sinyali vererek av olmaktan kurtulabilmektedir. Ya da geyiğin güçlü boynuzları daha zayıf olanları meydan okumadan alıkoymaktadır. Gündelik hayatta da birçok insan karşısındakini giyiminden, takılarından veya kullandığı arabadan aldığı sinyallere göre değerlendirmektedir. Dolayısıyla toplumsal hareketler, anlatı oluşturma kapasiteleri hakkında verdikleri sinyallerle hükümetler üzerinde etkili olabilmiştir. Bu nedenle hükümetlerin özellikle hareketlerin anlatı kapasitesiyle baş edebilmeye yönelik etkili adımlar attıkları görülmektedir.

Mübarek’in uyguladığı sansür doğrudan internet erişimini engellemek içindir ve yeterince başarılı olamamıştır. Tüfekçi (2017), önceden erişim engellemeyle gerçekleştirilen sansürün artık dikkati ve odağı dağıtarak, enformasyonun güvenirliğini kuşkulu hale getirerek gerçekleştirildiğini belirtmektedir. Önceden enformasyon daha kıttır ve bunu kitlelere eriştirebilmek için sınırlı sayıda araç vardır. Enformasyona ve bunu yayma araçlarına erişimi engellemek etkili bir sansür aracı olabilmektedir. Günümüzde ise aşırı enformasyon vardır ve asıl sorun bu enformasyon bolluğu içinde enformasyonun gerçekliğini tespit edebilmektir. Son yıllarda hükümetler, aşırı enformasyonun dikkat dağıtıcılığından yararlanarak farklı stratejiler geliştirmişlerdir. Örneğin, yalan haberler yayılarak insanların her şeyden kuşku duyması sağlanmakta, trol ordularıyla aktivistler bezdirilmekte veya tartışmanın odağı başka yöne kaydırılarak dikkat dağıtılmaktadır. Tüfekçi’ye (2017) göre artık birçok hükümet, engelleme veya biber gazı kullanma gibi gerginliği artıran ve kimi zaman hareketleri güçlendirebilen yöntemlerdense görmezden gelip beklemenin daha iyi bir yol olduğunu öğrenmiştir. Tabi görmezden gelme, toplumsal hareketin daha çok güçlenmesiyle de sonuçlanabileceğinden hükümetlerin doğru dengeyi bulmak gibi bir zorlukları vardır. Bu nedenle her hükümet, internet kullanımının yaygınlığına, karşı karşıya olduğu muhalefetin durumuna veya sorunların düzeyine göre farklı stratejilere başvurabilmektedir.

Yazının başında da belirttiğim gibi günümüzde 1984 denilince akla gelen ülkelerin başında Çin gelmektedir. Çin, ülkesini yabancı etkilerden inşa ettiği Büyük Güvenlik Duvarı ile korumaktadır ve ülkede Facebook, Twitter gibi sosyal medya platformları kullanılmamaktadır. Fakat Çin’in yerel internet altyapısı bu platformlara ihtiyaç duyulmayacak kadar zengindir: kendi sohbet uygulamaları ve sosyal ağları vardır. Ayrıca yerel yazılım endüstrisi de gelişkindir. Yüz milyonlarca kullanıcı birbirine bağlıdır ve milyarlarca mesaj alışverişi yapılmaktadır. Çin’in dünyadaki toplumsal hareketlerin gelişimini yakından takip ettiği ve önemli dersler çıkardığı görülmektedir. Çoğu zaman anında müdahale etmek yerine bekle-gör taktiğini uygulamaktadır. Çin’in sansür sistemi bir çok ülkede olduğu gibi hükümetlerin rahatsız olduğu ve tehdit edici bulduğu içeriğin engellenmesi üzerine kurulu değildir. Harvard Üniversitesi tarafından, milyonlarca posta üzerinde yapılan araştırma Çin Hükümeti’ni veya Komünist Parti’yi eleştiren mesajlara yönelik özel bir sansürün olmadığını göstermektedir. Hükümete ve liderlere yönelik sert eleştiriler bile sansürden geçebilmektedir. Sansürlenen postalar ise kolektif eylemi teşvik etme potansiyeline sahip olanlardır. Eğer aynı bölgeden birlikte hareket etmeyi özendiren postalar atılıyorsa, içerik ne olursa olsun (hükümet politikalarını desteklese bile) postanın engellendiği fark edilmiştir. Ayrıca araştırmacılar hükümete bağlı çalışan bir grubun varlığını da tespit etmişlerdir. Bu grup, muhalefete sataşmak veya doğrudan hükümet yanlısı propaganda yapmak yerine aktivistler dikkatleri bir yöne çekmek istediklerinde farklı konular ortaya atarak tartışmanın odağını başka bir yere kaydırmaktadır. Böylece Çin bir yandan tehlike oluşturabilecek yapılanmaları en baştan tespit ederken diğer yandan da yönetim aleyhine içeriğe izin vererek vatandaşlarından geri bildirim almakta, hatalarını ve zayıflıklarını görebilmektedir (age).

Ancak diğer ülkelerin Çin’i taklit edebilmesi yeterli teknolojik alt yapılarının olmaması nedeniyle zordur. Örneğin Rusya’nın tercihi bilgi fazlalığı yaratmak ve hedeflediği kişileri sosyal medyada rahatsız etmektir. Rusya bu stratejiyi yalnız ülke içindeki aktivistlere karşı değil rakip ülkelere karşı da kullanmaktadır. Örneğin İsveç’in Nato’ya katılıp katılmamayı tartıştığı günlerde Rus troller İsveçliler’in kafasını karıştıran sorular ortaya atarak ortamı bulandırmıştır. Amaç insanları herhangi bir bilginin doğruluğuna inandırmak değil, kafa karışıklığı yaratmak ve doğruluğu açık seçik belli olan şeylerden bile şüphe duyulmasını sağlamaktır.

Aktivistler, enformasyona erişebilmek için çeşitli yollar ararlarken şimdi daha farklı bir sansür stratejisiyle, insanlar enformasyona boğularak, aktivistlerin kendi anlatılarını kitlelere ulaştırması engellenmektedir. Bu nedenle Doğrulama El Kitabı (https://verificationhandbook.com/book_tr/) gibi yol gösterici rehberler hazırlanmakta; https://teyit.org/ ve http://www.dogrulukpayi.com/ gibi siteler internette dolaşan bilgilerin doğruluğunu kontrol etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla bugün gazetecilik de biçim değiştirmektedir; gazeteciler önceden kıt olan enformasyonun peşinde koşarken şimdi enformasyon fazlalılığında doğru bilgiyi ayıklamaya çalışmaktadırlar. Buna rağmen kimi zaman aktivistlerin kendilerinin de heyecana kapılarak yaydıkları yalan/yanlış haberler anlatı oluşturma ve insanları buna inandırabilme yeteneklerini zayıflatmaktadır.

Özel Mülkiyetli Platformlar ve Algoritmalar

Kısacası, Tahrir, Wall Street, Tunus ve Gezi’den sonra çok şey değişmiştir. Twitter’ın artık beş yıl önceki Twitter olmadığı ve toplumsal hareketlerin aynı nehirde ikinci kez yıkanamayacağı açık seçik ortadadır. Hazırlanan doğrulama rehberleri ve sosyal medyada dolaşan haberlerin doğruluğunu tespit için çalışan web sitelerinin faaliyetleri engellemeye dayalı sansür uygulamalarını aşmak kadar önemlidir. Fakat toplumsal hareketlerin görmezden geldiği veya görmek istemediği daha büyük bir sorun vardır. Facebook ve Twitter, amacı hedefli reklamcılıktan para kazanmak olan ve buna göre işleyen özel mülkiyetli platformlardır. Toplumsal hareketler ne yazık ki Tüfekçi’nin (2017) belirttiği gibi kamudan gizlenen algoritmalarla neyin görünür olup neyin enformasyon yığını altında kaybolacağına karar veren birkaç şirkete fazlasıyla bağımlı hale gelmiştir.

Bugün birkaç şirket olabilir ama Çember’de olduğu gibi tek bir şirketin neredeyse tüm interneti kontrol edebilir duruma gelmesi de olanaksız değildir. Tüfekçi (2017) bu durumun başlıca iki dinamiğin sonucu olduğunu belirtmektedir: Ağ dışsallıkları ve çevrimiçi platformların reklamla finansmanının yaygın iş modeli olması.

Ağ dışsallığı, ağı kullanan kullanıcı sayısı artarken ağın kullanıcılar için daha yararlı hale geldiğini anlatmak için kullanılmaktadır. Örneğin, telefon kullanıcılarının sayısı arttıkça telefondan sağlanan yarar da artmaktadır. Sadece iki kişinin telefona sahip olduğu bir köyle yüz kişinin telefona sahip olduğu bir köyü karşılaştırdığımızda ikincisinde telefonun daha kullanışlı olduğu görülecektir. Facebook’taki ağ da aynı dinamiğe sahiptir. İnsanlar, akrabaları ve arkadaşları Facebook’ta olduğu için başka bir ağa katılmaktansa Facebook’a katılmayı tercih etmektedir. Aynı gerekçe aktivistler için de geçerlidir. Etkilemek istedikleri insanlar Facebook’ta olduğu için aktvistler de kendilerini Facebook kullanmaya zorunlu hissetmektedir. Google’ın arama motoru da ağ dışsallıklarının getirdiği avantajlardan yararlanmaktadır. Kullanıcılar, arama motorunu kullandıkça ona veri ve kaynak sağlamakta; reklamcılar, popüler olduğu için reklamlarını Google’a vermeyi tercih etmektedir. Böylece maddi kaynaklarını artıran Google, arama motorunu da iyileştirebilmekte, rakipleriyle arasını açabilmektedir. İnsanlar e-Bay’daki alıcı ve satıcı sayısı en fazla olduğu için eBay’i tercih etmekte ve böylece eBay artan kullanıcı sayısıyla daha çok güçlenmektedir. Kullanıcı sayılarının yanında bu şirketlerin elindeki veri yığınının devasa olması rakipleri tarafından alt edilebilmelerini zorlaştırmaktadır.

Aktivistlerin yoğun olarak kullandıkları platformların çoğu reklamla finanse edilmektedir. Fakat klasik reklamlardan farklı olarak genel internet reklamlarının kullanıcılar tarafından göz ardı edilebilmeleri daha kolaydır. Bu nedenle reklam verenler, internetin önceki dönemlerindeki genel reklamlardansa gözetlenen kullanıcılardan elde edilen verilerle belirli bir kullanıcının belirli bir ürünü almasını sağlayan reklamlara ödeme yapmayı tercih etmektedir. Platformların bunu başarabilmeleri için de kullanıcı alışkanlıkları hakkında olabildiğince veri toplamaları gerekmektedir. Bunda da en başarılı olan başta Facebook ve Google olmak üzere birkaç büyük şirkettir.

Tüfekçi (2017) bu durumu biraz politik toplanmaların kent meydanlarından alışveriş merkezlerine kaymasına benzetmektedir. İnsanlar Facebook’u siyasi etkinlikleri için kullanmayı tercih edebilir; fakat Facebook bir ticari platformdur ve ne alışveriş merkezlerinin ne de Facebook’un ifade özgürlüğünü güvence altına almak gibi bir siyasi kaygısı yoktur. Platformların tasarımı ve işleyişlerini belirleyen algoritmalar daha çok kullanıcıyı platforma çekmek, platformda daha çok vakit geçirmelerini sağlamak ve platformu reklamcılar için daha cazip hale getirmek içindir. Örneğin, Facebook’ta uzunca bir süre sadece Beğen düğmesinin olması, şu anda bile Beğen düğmesinin ayrıcalıklı olması platformu iş dünyasına daha dost hale getirebilmek içindir. Aksi taktirde platformun reklam veren şirketlere karşı bir ortama dönüşme ihtimali de vardır. Kullanıcının karşısına çıkan etkinliklerin gösterimini belirleyen algoritma da kullanıcıya sitede olabildiğince vakit geçirtmeyi öncelikli olarak görmektedir.

Tüfekçi’ye (2017) göre siyah bir gencin ABD’nin Ferguson kasabasında polis tarafından öldürülmesi, sonrasında gelişen olaylar ve Facebook kullanıcılarının uzunca bir süre bundan habersiz olması algoritmalardaki genel bir soruna işaret etmektedir. Ferguson kaynarken ve Orta Doğu’dakine benzer sahneler yaşanırken Facebook kullanıcılarının haber kaynağında ağırlıklı olarak ALS hastalarına maddi destek için başlatılan ve insanların başlarından aşağı bir kova buzlu su döktükleri görüntüler akmaktadır. Facebook’ta işleyen algoritma hangi haberlerin kullanıcılara gösterilip hangilerinin enformasyon denizinde kaybolacağını belirlemektedir. Fakat hala kullanıcıların çoğu algoritmaların bu belirleyiciliğinden habersizdir. Haber akışındaki algoritmalar, Facebook programcıları tarafından şirketin iş modeline göre geliştirilmektedir. Ama yazılım mühendisleri bile geliştirdikleri algoritmaların beklenmedik sonuçlarıyla karşılaşabilmektedir. Dolayısıyla buzlu kova haberlerinin haber akışında yer alıp da Ferguson haberlerinin yer almaması büyük bir ihtimalle programcıların veya pazarlama bölümünün siyasi eğilimleri ile ilgili değildir. Facebook tarafından yapılan açıklamada da buzlu kova postalarında insanların birbirlerini işaret etmeleri ve yorum yapmaları nedeniyle bu haberlerin ön sıralara taşındığı belirtilmektedir. İnsanlar Ferguson haberlerini gördüklerinde gelişmeleri merak etmelerine rağmen sessiz kaldıkları için Ferguson haberleri akışta gerilere düşmüştür.

Tüfekçi (2017), platformlardaki algoritmik düzenlemelerin karmaşık sonuçları olabileceğine işaret etmektedir. Kitlesel medyanın bir habere yer verip vermediği bilinebilir: Haber ya vardır ya da yoktur. Ancak haberler kişiselleştirildiğinde insanlara hangi haberin ulaşıp hangisinin ulaşamadığı bilinememektedir. Ayrıca amaç kişiyi platformda daha çok tutmak olduğundan onun hoşuna gidecek içerikler gösterilmekte ve yankı odası etkisi oluşmaktadır. Yankı odası etkisiyle kişiler kendi görüşlerini genel doğru olarak algılamakta ve böylece toplumsal kutuplaşmaya zemin hazırlanmaktadır. Ayrıca bir haber, algoritmalardan dolayı yarışa önde girdiyse insanlar bu haberleri gördüklerinde daha fazla tepki vereceklerinden haber daha da öne çıkabilmekte diğerleri ise enformasyon yığınında daha da derinlere doğru inebilmektedir.

Aynı durum, Google için de geçerlidir. Google, aramalarda neyin öne çıkıp neyin geride kalacağını belirleyerek veya hiç göstermeyerek toplumun bilgi edinme hakkını biçimlendirmektedir. Birkaç ay önce Google benzer bir nedenden dolayı AB tarafından cezalandırılmıştır (http://www.haberturk.com/ekonomi/teknoloji/haber/1543947-google-a-avrupa-birligi-nden-242-milyar-euro-ceza).

Algoritmalar şeffaf değildir. Kimi zaman aktivistler tersine mühendislikle bu algoritmaları aşarak bazı haberlerin sosyal medya platformlarında öne çıkmasını sağlayabilmektedir. Ancak bu algoritmaların sürekli yenilendiği dikkate alınırsa aktivistlerin kendilerinin olmayan bu platformlarda çok fazla başarı şansları yoktur. Ferguson olayları sonrasında yaptığı açıklamada Facebook doğru söylüyor olabilir, ama bu doğruluk algoritmaların bile isteye aktivistlerin aleyhine kullanılamayacağı anlamı taşımamalıdır. Son yıllardaki gözetim uygulamaları suçluları tespit etmekten çok insan davranışlarını etkilemek ve yönlendirmek üzerinedir. Bu uygulamalar basitçe, insanların bir ürünü satın almasını sağlamak için kullanılabileceği gibi politik amaçlar doğrultusunda kullanılabilme potansiyeline de sahiptir. Yapılan deneyler, sosyal medyada gösterilen içeriklerle insanların oy verme eğilimlerinin (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3834737/) veya ruhsal durumlarının etkilenebileceğini göstermektedir (http://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0090315).

Çember Kapanmadan Önce…

Tekelleşme, büyük veri, sosyal medya platformlarının şeffaf olmayan algoritmalarla düzenlenmesi ve platform sahiplerinin bu gücü siyasi amaçlar için de kullanabileceğinin ortaya çıkması insanların sosyal medya şirketlerine bağımlılığı artıkça daha çok endişe veren bir durumdur.

Birkaç şirket (belki daha sonra sayıları azalacaktır) insanlar hakkında ayrıntılı veri kümelerine sahiptir ve şimdi olmasa bile çok yakında insanların kendileri haklarında bildiklerinden daha fazlasını bileceklerdir. Bu konuda en duyarlı olabilecek (ama olmayan) aktivistlerin bir kısmı “ben suç işlemiyorum ki izlenmekten korkayım” diyerek şirketlerin mahremiyet hakkı söylemlerini tekrarlamakta veya “zaten devlet hakkımdaki her şeyi biliyor, Facebook (Twitter, Google vb) bilse ne olur” diyerek gözetimi umursamadığını söylemektedir.

Ama sorun aktivistlerin masumiyeti veya korkusuzluğu değildir. Toplum bir bütün olarak bir Çember içine alınmak istenmektedir. Şirketlerin sahibi olduğu platformlardaki şeffaf olmayan algoritmalar ve siyasete müdahale güçleri bu şirketleri geleneksel medyadan daha tehlikeli hale getirmektedir.

Kaynaklar:

Tüfekci, Z. (2017). Twitter and tear gas: The power and fragility of networked protest. Yale University Press.

Notlar:

[1] Çember, beyazperdeye de uyarlandı ve 2017 yılında sinemalarda gösterime girdi. Ama film, kitabın içeriğini tam olarak yansıtamıyor. Filmde kopukluklar var ve bazı olayların anlaşılmasını zorlaştırıyor.

[2] Tüfekçi (2017), ağa dayalı terimini dijital teknolojilerin ve bağlanırlığın birleşimiyle hareketlerin ve halkların yeniden yapılandırılmasını ifade etmek için kullanıyor.

[3] Adını, malikanesinin fotoğraflarını yayın organlarından kaldırmak isterken daha çok yayılmasına neden olan Barbara Streisand’dan almaktadır (https://en.0wikipedia.org/wiki/Streisand_effect).

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir