Frederick Winslow Taylor, 1856 yılında Philadelphia’da, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Harvard Üniversitesi’ne girerek babası gibi bir avukat olmayı planlıyordu. 1874’te Harvard’a giriş sınavlarını başarıyla geçmesine karşın gözlerindeki sorun nedeniyle okulu bırakmak zorunda kaldı ve okumanın daha az önemli olduğu bir kariyere yönelerek aile dostlarına ait bir atölyede çıraklığa başladı. Dört yıllık çıraklık eğitimin sonunda işçi olarak girdiği Midvale Steelworks şirketinde hızla yükselerek sırasıyla zaman denetçisi, makinist, takım şefi, ustabaşı, yardımcı mühendis ve başmühendis pozisyonlarına getirildi. Bu hızlı yükselişte, Taylor’un yeteneklerinin yanında Midvale Steelworks’un ortaklarından ve yöneticilerinden Edward Clark’ın oğlunun Taylor’un kız kardeşiyle evli olmasının da payı olmuş olabilir. Ama son tahlilde Taylor, kapitalist işletmedeki akılcılaştırmayı gerçekleştiren başarılı bir mühendisti.
Taylor, Midvale Steelworks’te daha makinist ve işçi olarak çalışırken bile işçilerin makineyle ilişkisini gözlemliyor ve işçilerin yeterince sıkı çalışmadığını ve bunun da emek maliyetini artırdığını düşünüyordu. Daha sonra, ustabaşı olduğunda da işçilerden daha çok veri toplayarak işçilerin ve makinelerin verimliliği üzerine çalışmaya devam etti. Taylor, 1890’dan 1893’e kadar Philadelphia’da büyük kağıt fabrikalarını işleten Manufacturing Investment Company’de yönetici ve danışman mühendis olarak çalıştı. 1893’te kendi danışmanlık firmasını açtı. Kartvizitinde şöyle yazıyordu: Danışman Mühendis – İşyeri yönetimini ve üretimi sistematikleştirmek uzmanlık gerektirir.
1898 yılında Taylor, önemli bir kapasite sorununu çözmek üzere Bethlehem Steel’de çalışmaya başladı ve burada hem kendisini zenginleştirecek hem de ününü artıracak çalışmalar yaptı. 1901’de Bethlehem Steel’den ayrıldığında artık zengin bir adamdı. Bundan sonra hayatını bilimsel yönetim ilkeleri adını verdiği yönetim ilkelerini yaygınlaştırmaya adadı.
Köse ve Öncü’nün (2000) belirttiği gibi bilim tarihinde, bilimsel bilginin ne olduğu hakkındaki tartışmalar düşünüldüğünde Taylor’un bilimselliği trajikomik bir nahifliğe sahip görünüyordu. Fakat şüphesiz kapitalizm açısından en doğru bilim anlayışını temsil ediyordu. Taylor’ın bilimi aşağıdaki aşamaları içeriyordu:
- Yaklaşık 10-15 tane, tercihen ülkenin farklı yerlerinden ve farklı kuruluşlarından, analiz edilecek özel bir iş için uygun adam bulun.
- Bu adamların incelenecek işi yaparken kullandıkları araç ve gereçler ile tüm temel hareket ve faaliyetler bütününü inceleyin.
- Tüm bu temel hareketlerin yapılması için gereken zamanı bir kronometre yardımıyla belirleyip, işin yapılması için gereken en hızlı yolu seçin.
- Tüm yanlış, yavaş ve faydasız hareketleri eleyin.
- Bütün gereksiz hareketleri eledikten sonra, en hızlı ve uygun hareketlerle en uygun araçları bir araya getirin.
Bir diğer deyişle, Taylor’ın bilimselliği elinde kronometreyle işçileri gözetlemeye dayanıyordu. Taylor’ın mühendise biçtiği görev “sermayeyi büyütmek amacıyla işçiyi sermayeye dönüştürmekti” (age). Fakat işin neden en hızlı zamanda tamamlanması gerektiği sorgulanmıyordu. İşçileri, Taylor’ın bilimsel yönetim ilkeleri doğrultusunda çalıştıran bir mühendisin işçilerin hareketlerini disipline ederken yaptığı kuşkusuz acımasız ve insanlık dışıydı. Günümüzde de Taylor’ın mirasçıları çağa ayak uyduran bilimsel yöntemleriyle verimlilik peşinde koşuyorlar. Bu yazıda asıl tartışmak istediğim ise insan bedeninin bir işletme olarak görüldüğü, kronometreli mühendisle disipline edilmek istenen işçinin aynı bedende bir araya geldiği nicelleştirilmiş benlik hareketi (quantified self movement). İnsanlar, neden kendileri hakkında veri topluyorlar ve sürekli bir şeyleri ölçme ihtiyacı içindeler?
Öztakip
Nicelleştirilmiş benlik hareketi, öztakip (selftracking) yoluyla kişinin kendini tanıyabileceğini savunuyor. Bu nedenle, insan yaşamının kalp atış hızı, solunum, uyku süresi, gün içerisindeki hapşırık ve aksırık sayıları gibi parçaları kayıt altına alınıyor. Günümüzde insanlar çeşitli cihazlarla gündelik hayatları hakkında veri topladıktan sonra verideki örüntü ve ilişkiler üzerine yoğunlaşıyorlar. Bazıları da verilerini sosyal medyaya yüklüyor ve diğerleri ile karşılaştırıyor.
Öztakip araçları çok çeşitli ve insanlar farklı motivasyonlarla bu araçlara yöneliyorlar. Neff ve Nafus (2016) öztakibin ardındaki motivasyonları üçe ayırıyor: sağlığı iyileştirmek, hayatın diğer yönlerini geliştirmek ve yeni yaşam deneyimleri bulmak. Kuşkusuz bu motivasyonlar içinde en yaygın olan ve öztakibe meşruluk kazandıran sağlık uygulamaları. Kan şekeri takibinde olduğu gibi sağlıkla ilgili bir durumu kontrol altında tutabilmek için öztakibe başvurulabiliyor. Ya da kilo verme gibi bir hedef belirlendikten sonra bunun ölçümüne odaklanılıyor. Öztakip bazen kişide hangi rahatsızlığı neyin tetiklediği hakkında kolayca tespit edilemeyecek ilişkileri ortaya çıkarabiliyor. En uygun ilaç dozu, öztakip cihazlarından sağlanan geribildirimlerle ayarlanabiliyor. Egzersiz, kilo, kas kütlesi ve vücut yağını takip ederek aralarındaki ilişki belirlenebiliyor ve egzersiz programları bu ilişki doğrultusunda yeniden yapılandırılabiliyor. Uyku ve egzersiz kayıt altına alınarak bir denge sağlanabiliyor.
İnsanlar bazen kendilerinin Taylor’u oluyorlar ve iş performanslarını artırmak için öztakibi tercih edebiliyorlar. Bunun dışında gündelik yaşamda değişen ruh hallerini takip etmeye yardımcı olan uygulamalar da var (bkz. https://www.everydayhealth.com/columns/therese-borchard-sanity-break/the-6-best-mood-apps/). Örneğin bu uygulamalardan MoodKit iki klinik psikolog tarafından geliştirilmiş ve uygulamanın bilişsel davranışçı tedavinin ilke ve tekniklerine dayandığı iddia ediliyor. Moodkit, sadece ruh halinizi değil, genel olarak esenliğinizi de geliştirmeyi hedefliyor. CNet bu uygulamayı yanınızda kendi psikoloğunuzu taşımaya benzetiyor (https://www.cnet.com/news/moodkit-can-an-app-improve-your-mood/).
Neff ve Nafus’un (2016) yazdığı gibi bazen öztakibin nedeni sadece yeni şeyler denemek olabiliyor. Öztakip cihazları sadece merak ve eğlence için kullanılabiliyor. Yürüdükleri her sokağı takip ederek şehri keşfetmeyi deneyenler çıkabiliyor. Herhangi bir sağlık sorunu olmadan kalp atış hızını takip eden ve veriden ilginç şeyler çıkarmaya çalışanlar da var.
Öztakip ve onun farklı biçimleri olan hayat kaydı tutma (life logging), özdeneyleme (self-experimentation) gibi uygulamaların tamamen yeni olduğu söylenemez. 18. yy’da yaşamış bir siyasetçi olan Benjamin Franklin, çizelge ve notlarla zamanını nasıl geçirdiğinin kaydını tutuyordu. İletişim bilimci Lee Humphreys 18. ve 19. yy’da bu tip kişisel kayıtlar tutmanın ve insanlarla paylaşmanın yaygın olduğunu yazıyor ve bunu günümüzdeki twitter paylaşımlarına benzetiyor. 20. yy mucitlerinden Buckminster Fuller de 1920’de koca bir deftere her 15 dakikada bir hayatını kaydetmeye başlamış ve 1983’te öldüğünde arkasında faturaların, gazetelerden kesilen kupürlerin, yazışmaların, notların ve karalamaların olduğu 80 metrelik bir defter bırakmış. Öztakip ve hayat kaydı tutmanın yanı sıra ibuprofen, sıtma aşısı ve sinirbiliminin gelişiminde olduğu gibi özdeneylemenin de tarihte önemli bir yeri var. Hatta bu uğurda bazı bilimciler yaşamlarını tehlikeye atmış (https://evrimagaci.org/bilim-adina-hayatini-riske-eden-10-bilim-insani-1630).
Öztakip daha önce de varsa günümüzdeki uygulamaları öncekilerden farklı kılan ne? Neff ve Nafus (2016) bu farklılığı teknolojideki değişim ve biyomedikalleşme ile açıklıyor. Son yıllarda bilimciler ve mühendisler çok çeşitli olguların elektronik olarak algılanabilirliği üzerine çalışıyorlar ve bu alanda önemli ilerlemeler kaydedildi. Akıllı telefonların yaygınlaşması, algılayıcı ve algılayıcı sistemlerini oluşturan diğer bileşenlerdeki minyatürleşme, bağlantı ve depolama altyapısındaki gelişmeler algılayıcıların yaygınlaşmasını sağladı. 1980’lerde filizlenen, bilgisayarın sadece ofislerde değil, insan bedeni de dahil olmak üzere her zaman ve her yerde olabileceği (ubiquitous computing) düşüncesi son yıllarda giyilebilir teknolojilerle hayata geçiriliyor. Giyilebilir teknolojilerin tasarımını etkileyen bir başka önemli karar ise bilgisayarların insanları belirli davranışları gerçekleştirmeye yönlendirmek amacıyla kullanılması (persuasive computing). Oyunlaştırma stratejisiyle giyilebilir teknolojilerin yönlendiriciliği artırılmaya çalışılıyor. Örneğin, GymPact adlı uygulamaya abone olan kullanıcılardan belirlenen günlerde spor salonuna gitmeleri isteniyor. Gitmeyenler, GPS verileri sayesinde tespit ediliyor ve ceza olarak kredi kartlarından para çekiliyor. Daha sonra bu para, başarılı, spor salonuna gitmeyi aksatmayanlar arasında paylaştırılıyor (https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2012/06/the-perfected-self/308970/). Oyunlaştırmanın yanında sosyal ağlar da öztakibi geçmişteki örneklerinden farklılaştıran ve yaygınlaştıran bir başka teknolojik gelişme. Bir çok uygulama ve cihaz, kullanıcıların etkinliklerini yakın çevreleriyle paylaşmasını, onları yarışmaya ya da desteğe çağırmasını sağlıyor.
Neff ve Nafus’un (2016) işaret ettiği ikinci farklılık, biyomedikalleşme ise şeylerin biyolojik ve tıbbi terimlerle açıklandığı kültürel bir değişimi ifade ediyor. Ruh halleri ve duygulardan hayattaki başarıya kadar insan yaşamı biyolojik terimlerle açıklanıyor. Biyomedikalleşme şeylerin neden öyle değil de böyle olduğuna dair zihinsel bir model sunuyor. Biyomedikalleşen bir dünyada, insanların davranışlarını bir grup nöronun etkisiyle açıklamak kültürün ya da toplumun etkisiyle açıklamaktan daha makul görünüyor. Bu yeni dünyada sağlık, bedensel bir durumu anlatmanın ötesinde makul olanı ve olmayanı ifade ediyor. Örneğin, bir kişinin davranışını sağlıklı bulmamak o kişinin biyomedikalleşmiş bir dünyanın toplumsal kurallarını çiğnediğini anlatıyor. Neff ve Nafus’un (2016) vurguladığı gibi öztakip araçlarının ufak bir kısmı doğrudan tıbbi amaçlar için kullanılsa da bu araçların çoğu biyomedikal anlayış ve çerçevelere dayanıyorlar.
Bu bağlamda, sağlıklı yaşamın bir takıntı haline gelmesinin öztakip için elverişli bir kültürel ortam hazırladığını da atlamamak gerekiyor. Cederström ve Spicer (2017), Sağlık Hastalığı adlı kitaplarında sağlıklı yaşam ideolojisinin nasıl hayatın her alanına sızdığının örneklerini veriyorlar. Cederström ve Spicer’in (2017) vurguladığı gibi sağlıklı yaşam ideolojisi insanlara cazip ve çekici gelen, karşı çıkılması imkansız fikir ve inançlar bütünü sunuyor. Sağlıklı bir bedenin daha üretken ve dolayısıyla iş hayatı için daha yararlı olacağı söyleniyor. Cederström ve Spicer’ın (2017) dikkati çektiği gibi artık siyasetçiler, aktivistler ve entelektüeller çağımızın önemli kişileri olarak görülmüyor. Onların yerini televizyonlarda, gazetelerde ve web sitelerinde durmadan sağlıklı yaşam ve mutluluk vaazları veren ünlü diyetisyenler, şefler ve sağlık guruları aldı.
Sağlıklı olmak isteyen insanların organik besinler yemesi isteniyor. Ama buna düşük gelirli ailelerin nasıl ulaşılabileceği ya da insanların son yıllarda neden organik olmayan besinleri tüketmek zorunda kaldığı konularına pek girilmiyor. Cederström ve Spicer’in (2017) yazdığı gibi günümüzde “dünya üzerine ciddi bir şekilde düşünmektense, kendi kabuğuna çekilmek ve bedenin sinyallerini evrensel hakikatin yerini tutabilecek bir ikame olarak görmek, giderek daha cazip bir seçenek haline geldi.”
Buna karşın, öztakibin neoliberalizmin içinde ve onun kültürünü destekler biçimde gelişiminin öztakip uygulamalarına tümüyle karşı çıkmayı gerektirdiğini düşünmüyorum. Öztakip, hem hasta hem de doktor için daha iyi bir tıbbi bilgi sağlayabiliyor. Bazı hastalıkları önceden teşhis etmek ve erken tedavi mümkün olabiliyor. MIT Technology Review’deki yazısında Rachel Metz, depresyonda olduğunuzu siz bunun farkında olmadan teşhis edebilme iddiasında olan bir telefon uygulamasını anlatıyor (https://www.technologyreview.com/s/612266/the-smartphone-app-that-can-tell-youre-depressed-before-you-know-it-yourself/). Telefonda yazı yazma veya ekranı kaydırma biçiminiz bir psikolojik test kadar ruhsal durumunuzu açığa çıkarabiliyor. Palo Alto’da, içlerinden biri ABD Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nün eski yöneticilerinden olan üç doktor tarafından kurulan Mindstrong Health, yalnız depresyon değil şizofreni, bipolar bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve madde bağımlılığı gibi sorunların da akıllı telefonlara kurulacak Mindstrong uygulaması ile teşhis edilebileceğini iddia ediyor. Metz, daha önce de sayısız şirketin uygulama tabanlı terapiden psikolojik destek sunan oyunlara kadar sayısız iddiayla ortaya çıktığını hatırlatıyor. Telefon etkinliklerindeki ve konuşmadaki ipuçlarıyla depresyonu algılayabileceğini iddia eden uygulamalar da geliştirilmiş. Ama Metz’e göre durum bu sefer farklı. Çünkü Mindstrong, önceki denemelerden farklı olarak insanların telefonla ne yaptığıyla değil telefonu nasıl kullandıkları ile ilgileniyor. Sadece ABD’de akıl hastalığı olanlarının sayısının 45 milyon civarında olduğu düşünülürse Mindstrong’un önemi daha iyi anlaşılacaktır. Veri toplamak bir zamanlar sadece uzmanların işiyken şimdi herhangi bir uzmanlığı olmayan sıradan insanlar da veri toplayıp yorumluyor, hatta yeni şeyler keşfedebiliyor. Ev ile klinik, sağlık uygulamaları ile özbakım arasındaki ayrım silikleşiyor. Bir ivmeölçer verisi adımları tespit edebilmek için kullanılırken bu verinin farklı bir algoritmayla olası bir parkinson hastalığını ortaya çıkarmak için de kullanılabileceği öne sürenler çıkabiliyor.
Fakat öztakibin bu yararları yaşamımızın neredeyse her anının kaydedilmesinin doğurduğu sorunların görmezden gelinebileceği anlamına da gelmiyor. Verinin varlığı mahremiyet ihlali ihtimalini güçlendiriyor. Şirketler, kullanıcıların verilerini özenle koruduklarını söyleseler de kurumlar arası veri alışverişi, bilgisayar korsanlarının saldırıları ve bu verilerin amaç dışı kullanımı büyük bir tehlike. Neoliberal bireyi yaratan koşullar öztakip araçlarının kullanımının yaygınlaşmasını sağladığı gibi bu araçlar gündelik hayatın metalaşması, sağlığın fetişleştirilmesi, bireyin kolektif çözümlerden uzaklaşarak kendine yoğunlaşması gibi neoliberal bireyi yaratan koşulları güçlendiriyor (Cederström ve Spicer, 2017).
Bu sorunlara karşı ne yapılabilir sorusuna geçmeden önce öztakibin kullanım alanlarına, şirketlerin stratejilerine, kullanıcı ve şirket çıkarları arasındaki çelişkiye bakmakta fayda var.
Öztakip Araçlarının Kullanım Alanları
Öztakip araçlarının kullanım alanlarını beşe ayırabiliriz:
- İzlemek ve değerlendirme
- Hisleri açığa çıkarma
- Sanat
- Bir problemi çözme
- Bir alışkanlık kazanma
Öztakip araçları en çok izlemek ve değerlendirme için kullanılıyor. Yeterince adım atılıp atılmadığı veya zamanın verimli geçirilip geçirilmediği değerlendiriliyor ve uygulamanın belirlediği hedef (örneğin günde 10000 adım) gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Kullanıcılar, öztakip araçlarına bakarak etkinliklerini incelediklerini ve bunu motive edici bulduklarını söylüyorlar. Adımları saymak kolay olsa da yiyecek gibi şeylerin ölçümü daha zor olabiliyor. Paketlenmiş gıdaların kalori miktarlarını bildiren uygulamalar var. Fakat işlenmiş gıdalar, sağlıklı yaşam hedefinden bir sapma olarak görüldüğünden pek tercih edilmiyor. Ayrıca ağırlık takibi yaparken sayıların bazen cesaret kırıcı olduğunu düşünen, buna karşı tartının ayarını kilodan pounda çevirerek sadece değişime odaklanmayı tercih edenler de var. Bazı kullanıcılar öztakip cihazlarını o kadar içselleştirmişler ki yanlarında öztakip araçları olmadan yaptıkları egzersizlerin geçerli olmayacağını düşünebiliyorlar. Ayrıca araç geliştiricilerin belirlediği normal değerlere de dikkat etmek gerekiyor: Neden günde 10000 adım? Sağlık için herkesin atması gereken adım sayısı aynı mı? Bu sayı, neye göre belirleniyor?
Öztakip araçlarının hisleri açığa çıkarmak için kullanımında ise insanlar bedenlerinden yayılan sinyallere kulak vererek bedenlerini daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Neff ve Nafus (2016) bunun için 30’lu yaşlarındaki sağlıklı bir adamın yaptığı denemeyi örnek gösteriyor. Adam vücudunun şekere nasıl tepki gösterdiğini anlayabilmek için glikoz düzeyini ölçmüş. Daha sonra, glikoz düzeyinin psikolojik durumunu nasıl etkilediğini araştırmış. Neff ve Nafus’un (2016) vurguladığı gibi en uygun glikoz düzeyini bulmak gibi bir hedefi olmadan sadece kendi bedenini daha iyi tanımaya odaklanmış. Bu amaçla yapılan öztakip, kullanıcıların çeşitli hipotezler geliştirebilmesine yardımcı oluyor. Dolayısıyla, olasılıkları en aza indirmeye çalışan tıbbi tanı sürecinden farklı bir işleyişe sahip.
Man Ray’in 1930’larda matematiksel hesaplamalardan yararlanarak yaptığı heykel, resim ve fotoğraf çalışmaları (https://www.youtube.com/watch?v=a3QqKBWHarA) gibi bu sefer öztakip verilerini kullanarak sanatsal üretimde bulunan sanatçılar da var. Laurie Frick, veri estetiğinin öncülerinden. Frick, telefonundan elde ettiği GPS verilerini soyut kalıpların kolaj benzeri görüntülerine dönüştürmüş. Frick, veriyi bilim veya bir şeyi kanıtlamak için değil, sanatının bir dokusu olarak kullanıyor. Frick’in çalışmalarına http://www.lauriefrick.com/work/ adresinden erişilebilir. Stephen Cartwright ise dünyadaki konumunun enlem ve boylamlarına dayalı bir çalışma yapmış: http://www.stephencartwright.com/#/latitude-and-longitude-project/
Öztakip, “Evet, migrenin var. Ama nedenini tam olarak tespit edemedik” gibi tıbbi teşhislerin yetersiz kaldığı durumlarda bir çözüm bulmak ya da elektrik faturalarının neden kabarık geldiğini bulmak için de kullanılabiliyor. Burada bilimsel çalışmalardan faklı olarak bir tezi ispatlamaya çalışmak yerine bir soruna çözüm bulmak hedefleniyor. Hastalar tedavi ve teşhis sürecine daha aktif katılabiliyorlar.
Bir alışkanlık kazandırmaya çalışan öztakipte ise veriden yararlanarak yeni alışkanlıklar kazandırmak ya da var olan alışkanlıkları değiştirmek hedefleniyor. B.F. Skinner’ın insan davranışlarını şekillendirmek için ödüllere başvuran davranışçı psikolojisi öztakip, özellikle de oyunlaştırma stratejisiyle yeniden karşımıza çıkıyor.
Girişim Sermayesi, Bilişim Tekeleri, Sigorta Şirketleri, İlaç Şirketleri ve Hastane Zincirleri
Öztakip araçlarının ilk günlerinde kullanıcı ve üretici rolleri net çizgilerle ayrılmıyor ve Silikon Vadisi’nden uzakta, bireyler, aktivistler ve hasta grupları tarafından geliştiriliyordu. Bazen de bu araçlar üniversitelerde geliştirildikten sonra ticarileştiriliyorlardı. Dolayısıyla öztakip araçlarının pasif kullanıcılarından değil, çeşitli algılayıcıları kullanarak yeni öztakip araçları geliştiren, şirketlerin geliştirdiği öztakip araçlarını farklı amaçlar doğrultusunda kullanmayı deneyen ve kimi zaman onları farklı işlevlerle donatan aktif, üreten kullanıcılardan söz ediyoruz. Fakat son yıllarda Sequoia, Andreessen Horowitz, Kleiner Perkins, Caufield Byers ve Khosla Ventures gibi girişim sermayesinin ve Google, Merck (ilaç şirketi), Qualcomm (teknoloji şirketi), Cambia (sigorta şirketi) gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren şirketlerin öztakip pazarına yöneldikleri görülüyor. Sermaye, dijital sağlık çalışmaları kapsamında büyük veri, tüketicilerin sağlık hizmetlerine katılımı, dijital tıp hizmetleri, teletıp (telekomünikasyon teknolojisi kullanılarak hastalara uzaktan teşhis koyma ve tedavi uygulanma yöntemleri), kişiselleştirilmiş tıp ve nüfus sağlığı yönetimi gibi alanlara fon sağlıyor. Özellikle öztakip araçlarının üretimi ve bu araçlardan sağlanan verinin kullanımı üzerinde duruluyor. Artık sadece amatörlerden oluşan bir öztakip sektörü yok. Şimdi oyunda teknoloji devleri, büyük tıbbi cihaz satıcıları, ilaç şirketleri, sigorta şirketleri, büyük hastane zincirleri, spor giyim şirketleri ve lüks markalar var. Amatörler ve özellikle bu araçları yeniden yaratma gücüne sahip olan hackerlar (bilgisayar korsanı değil, bilgisayarı farklı amaçlar doğrultusunda değiştiren, dönüştüren kişi) hala sınırları zorluyorlar. Ama kimi zaman farklı ve çelişen çıkarlara sahip taraflar bu sınırlarda, özellikle veri mülkiyeti hakkında, karşı karşıya geliyorlar.
Neff ve Nafus (2016), bu yeni aktörlerin ilgisinin arkasında çeşitli etkenlerin olduğunu ve bunun da sektöre bakışlarını etkilediğini belirtiyor. Bu etkenlerin başında, teknolojinin artık hem belirli bir olgunluğa erişmiş hem de ucuzlamış olması geliyor. Akıllı telefonlar, bluetooth, GPS ve ivmeölçerlerdeki yenilikler insanların bu cihazları yanlarında taşıyabilmelerini ve böylece insan yaşamın her alanında veri toplanabilmesinin önünü açtı. İlk başta bu kadar veriyle ne yapılabileceği hakkındaki kısa süreli bir belirsizlikten sonra veri, yeni kapılar açtı. İkincisi, biyomedikalleşme ve veri merkezli kültürün öztakibi çekici ve dolayısıyla şirketlerin veri toplama politikalarını daha kabul edilebilir hale getirmesi. Tıbba yapılan göndermeler insanlar üzerinde etkili oluyor. Üçüncü etken ise şirketlerin geliştirdikleri teknolojilerin gerçekten sorunları çözebileceği hakkındaki derin inanç. Evgeny Morozov’un teknolojk çözümcülük adını verdiği bu yaklaşımın temelinde karmaşık toplumsal problemlerin sadece teknolojiyle çözülebileceği düşüncesi var. Günümüzde oldukça yaygın olan bu düşünce biçimi teknoloji firmaların karmaşık toplumsal problemlerin çözümündeki önemini artırırken çözüme katkıda bulunabilecek diğer aktörlerin konumunu zayıflatıyor. Time dergisinin Google ile ölümü karşıya getiren kapağı (http://time.com/574/google-vs-death/) abartılı görünebilir ama teknolojik çözümcülüğün etkisi altındaki firmalar verinin karşı karşıya oldukları problem için en uygun çözüm olup olmadığına bakmadan veriye dayalı cüretkar çözümler geliştiriyorlar. Dördüncü etken ise sektördeki merkezileşme eğilimi. Son yıllarda şirketlerin kendilerinin merkezde olduğu, çağımızın yakıtı veriden beslenen platformlar geliştirmeye çalışıyorlar. Amazon, alıcılar ile satıcılar arasında; Facebook ise arkadaş ve tanıdıkların olduğu bir platform işlevine sahip. Bu nedenle veri, hem şirketler arasında hem de şirketlerle kullanıcılar arasında bir mücadele alanı haline gelmiş durumda.
Verinin Ekonomik Değeri
Mahremiyet tartışmalarının ötesinde verinin günümüzde ekonomik bir değerinin olduğunu unutmamak gerekiyor. Birincisi, kalp atış hızı izleyicilerinde, koşu takip araçlarında ve doğrudan tüketiciye yönelik kan örnek analizinde olduğu gibi veri, tüketiciye sunulan bir ürün. İkincisi, firmalar topladıkları verileri sundukları hizmetleri iyileştirmek ve kişiye özel hizmetle geliştirmek için kullanıyorlar. Kullanıcılara koçluk hizmeti sunan ya da psikolojik tavsiyeler veren bir öztakip aracı, yalnız o anda hizmet verdiği kullanıcının verilerinden değil elindeki daha geniş veri kümelerinden yararlanıyor. Üçüncüsü ise verinin hedefli reklamcılık ya da kullanıcıyı belirli bir biçimde hareket etmeye yönlendirmek için kullanılması.
Bu bağlamda, kullanıcılar ve şirketler arasındaki mücadelenin temelinde verinin kontrolünün kimde olduğu sorusu yatıyor. Dana Lewis ve Hugo Campos’un başından geçen iki farklı olay veri sahipliğinin önemini göstermekte.
Birçok insan, yazılımın kaynak koduna erişim ve onu değiştirebilme hakkının yalnızca bilgisayar programcılığı hakkında bilgi sahibi (hatta ileri bilgi sahibi) olanlar için anlamlı olduğunu düşünüyor. Öztakip cihazlarında saklı veri için de çoğu insan aynı şekilde, bundan sadece sınırlı sayıda insanın yararlanabileceğini düşündüğünden ürünü piyasaya süren şirket dışındaki aktörlerin üretici etkinliklerinin kısıtlanmasını önemsemiyor. Dana Lewis ve Scott Leibrand’ın yaptıkları bunu doğruluyor ama aynı zamanda insanların kendi verilerine erişiminin yaşamsal önemini de gösteriyor.
Lewis ve Leibrand, bilgisayar bilgilerini kullanarak Lewis’in gece hipoglisemisi için bir çözüm bulmak isterler ve bunun için de bir algoritma geliştirirler. Ancak algoritmayı gerçekleştirebilmek için veriye yalnız glikoz izleme cihazının ekranından değil başka bir yazılımla da erişebilmelerine gerek vardır. Yeni model glikoz monitörleri bu tip veri alışverişine izin vermediğinden eski model bir cihaz kullanırlar ve böylece Lewis için yaşamsal bir soruna çözüm geliştirirler. Şirket yeni modellerde veri alışverişine neden izin vermemektedir?
Lewis ve Leibrand’ın öyküsü veri sahipliği konusundaki önyargıları destekler nitelikte. Fakat Lewis ve Leibrand’ın bilgisayar bilgisinden bağımsız olarak, böyle bir ihtiyaç varsa veriye erişebilen başka bir firmanın da yenilikçi bir çözüm geliştirebileceğini, veriye erişimin öztakip aracını üreten firmaya bağımlılığı ortadan kaldırdığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Şirketlerin verinin kendilerinin olduğundaki ısrarı diğer firmaların geliştirdikleri araçlarla birlikte çalışabilecek yeni teknolojilerin gelişimini engelliyor. Ayrıca öztakip aracını üreten firmanın piyasadan çekildiği ya da başka bir alana yoğunlaştığı, kullanıcıları kimsesiz öztakip araçlarıyla ve tam erişemedikleri verileriyle baş başa bıraktıkları hikayeler de var.
Hugo Campos da kalp ritim düzenleyicisinin ürettiği veriye erişmek isteyen bir hasta. Amacı sadece stresli toplantılar veya bazı yemekler gibi gündelik etkinliklerin kalp üzerindeki etkisini öğrenmektir. Talebini üretici şirkete iletir. Sağlık için kullanılan öztakip araçları kullanıcılara kendi sağlıklarını kontrol edebilmeyi vadeder. Fakat şirket Campos’un bir sağlık profesyoneli olmadığı gerekçesiyle Campos’u bu hak için yeterli görmez ve talebini reddeder. Campos’un başka bir yoldan bu engeli aşmaya çalışarak teknik bir çözüm geliştirmesi de telif hakkı ihlali olacaktır. Yasalar Campos’un umurunda değildir, sadece bedenine ait verileri geri istemektedir. Campos uzun mücadelelerden sonra kendi bedenine ait veriye ulaşır ama bu sadece Campos için geçerlidir. Aynı durumda olan hastaların, yine mücadele etmeleri gerekmektedir.
Kısacası yazılımda olduğu gibi veride de kullanıcının mülkiyet hakları ile sınırlandırılması kullanıcının teknolojiden tam anlamıyla yararlanabilmesini kısıtladığı gibi tekelleşmeye de zemin hazırlıyor. Üstelik burada söz konusu olan doğrudan insan yaşamıyla ilgili teknolojiler.
Şirketlerin, kullanıcıların veriye erişimini kısıtlaması ya da tamamen engellemesinin yanında şeffaf olmayışları da bir başka sorun. Şirketlerin iş modelleri sonucunda öztakip araçları insanların kara kutularına dönüşüyorlar. Pasquale (2015) Kara Kutu Toplumu adlı kitabında kara kutu terimini hem uçaklardaki hem de mühendislikteki anlamıyla kullanır. Aynı benzetme öztakip araçları içinde geçerli. Öztakip araçları da uçaklardaki kara kutular gibi insan yaşamını en ince ayrıntısına kadar kaydediyor ve saklıyor. Mühendislikteki kara kutular ise iç işleyişini bilmeden kullandığımız ama belirli bir görevi yerine getiren araçlar. Kara kutu toplumunun olumsuzlukları ise özellikle verinin ikincil kullanımında ortaya çıkıyor. Örneğin, öztakip cihazlarından elde edilen akıl sağlığınız hakkındaki bir veri kredi puanını etkileyebilir ve bu etki öztakip cihazı kullanıcısı tarafından hiç bilinmeyebilir.
Sigorta şirketlerinin öztakip sektörüne ilgisi de boşuna değildir. Sigorta şirketleri toplamda hep kazansalar da bazı poliçelerden kazançlı çıkarlar bazılarından da zarar ederler. Normal şartlarda sigorta yaptıran kişi gelecekteki sağlığı hakkında daha bilgilidir. Ailesindeki kanser ve kalp hastalığı vakalarını, ne kadar sık hastalandığını, zararlı alışkanlıkları olup olmadığını, sağlıklı bir yaşam sürüp sürmediğini bilir. Sağlık sigortası yaptırdığında kendisi hakkında daha bilgili olduğu için daha avantajlıdır. Ancak öztakip cihazlarından gelen veriler de dahil olmak üzere sağlık verilerinin sigorta şirketlerinin eline geçmesi sigorta şirketlerini daha avantajlı yapacaktır. Sigorta şirketleri yalnız bugünümüz hakkında değil yarınımız hakkında da bizden daha bilgili olabilecek. ABD’de bazı şirketlerde çalışanların sağlık sigortasına hak kazanabilmesinin önkoşulu sağlık programlarına katılımdır. Yakın zamanda öztakip araçları da sağlık sigortası için bir önkoşul olabilir.
Ne Yapmalı?
Bedenimizden elde edilen verinin sahibi şirketler değil biz olmalıyız. Sahip olmak derken sadece veriyi indirmekten ya da ona çeşitli arayüzlerle erişmekten bahsetmiyorum. Hugo Campos örneğinde olduğu gibi veriye sahip olmak ya da Dana Lewis gibi glikoz monitöründeki veri değerlerini başka bir yazılımla okuyabilmek önemli ve gereklidir. Bazı üretici şirketler kullanıcıların verilerini indirebilmelerine izin vermekte ya da başka yazılımların cihazdaki veriye erişebilmesi için kendileri bir arayüz (Application Programming Interface) geliştirmektedir. Kamuoyu baskısı şirketleri bu arayüzleri sunmaya zorlayacaktır. Microsoft, Facebook ve Apple böyle bir veri politikasına razı görünmektedir. Apple’dan Tim Cook, yakın zamanda yaptığı bir konuşmada şirketlerin, verilerin kullanıcılara ait olduğunu bilmeleri gerektiğini söylüyordu (https://www.computerworld.com/article/3315623/security/complete-transcript-video-of-apple-ceo-tim-cooks-eu-privacy-speech.html). Fakat bunun yeterli olacağını düşünmüyorum.
25 Mayıs 2018’de Avrupa Birliği’nde yürürlüğe giren GDPR’den (General Data Protection Regulation – Genel Veri Koruma Tüzüğü) sonra ABD’de de benzer bir hazırlık var. Martin Tisne, ABD’deki yeni veri politikası tartışmaları hakkında yazdığı yazıda (https://www.technologyreview.com/s/612588/its-time-for-a-bill-of-data-rights/) veri sahipliğinin var olan problemleri çözemeyeceğini ve yeni problemlere neden olacağını savunuyor. GDPR’de olduğu gibi şirketlerin bu veriyi kullanımının da düzenlenmesi ve sınırlandırılması gerekiyor. Tisne’ye katılıyorum.
Toplanan verilerin kişinin bilgisi dışında, başka taraflarla paylaşımı ve toplanma amacının dışında kullanımı denetlenmeli, kişinin talebi doğrultusunda işleme faaliyetleri kısıtlanmalı. Öztakip araçlarından elde edilen veri, kredi taleplerinde, iş başvurularında ve sigortacılıkta ayrımcı biçimde kullanılmamalı; kullanıcılar verilerini paylaşmaya zorlanmamalı.
***
Öztakibin sonucu ortaya çıkan verinin mülkiyeti bir sorundur. Ama öztakibin kendisi de o kadar masum görünmüyor…
Belki Cederström ve Spicer’ın (2017) yazdığı gibi “… en azından bir başlangıç olarak, takıntılı bir şekilde bedenimize kulak vermeyi bırakabilir, sağlık ve mutluluğumuzu saplantı haline getirmekten vazgeçebilir ve insan potansiyelinin sınırsız olduğu yanılsamasından kurtulabiliriz.”
Sağlıklı bir yıl dileklerimle…
Kaynaklar
Cederström, C., Spicer, A. (2017). Sağlık Hastalığı, Güncel Bir Sendrom (Çev.Erdem Gökyaran). Yapı Kredi Yayınları.
Köse, A. H., Öncü, A. F. (2000). Kapitalizm, insanlık, ve mühendislik: Türkiye’de mühendisler, mimarlar. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği.
Neff, G., Nafus, D. (2016). The Self-Tracking. MIT Press.
Pasquale, F. (2015). The black box society: The secret algorithms that control money and information. Harvard University Press.
İlk Yorumu Siz Yapın