"Enter"a basıp içeriğe geçin

ABD-Çin Teknoloji Savaşı

Trump yönetiminin 2017 yılının sonunda yayımladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi, ABD-Çin ilişkilerinde yeni bir dönemin başladığını gösteriyordu. Stratejide, ABD’nin Çin’in liberalleşeceği beklentisiyle yıllarca Çin’in yükselişini ve savaş sonrası uluslararası düzene entegrasyonunu desteklediği belirtiliyordu. Fakat Çin beklentileri boşa çıkarmıştı. ABD’nin milyarlarca dolar değerindeki fikri mülkiyetini çalmış; Hint-Pasifik bölgesini kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeye girişmiş; gelişmekte olan bölgelere yaptığı yatırımlarla etki alanını genişletmeye çalışmış; adil olmayan ticaret uygulamalarını genişleterek ve kilit sektörlere, hassas teknolojilere ve altyapıya yatırım yaparak Avrupa’da stratejik bir dayanak kazanmıştı. Ama daha önemlisi Çin ve Rusya, ABD’nin kritik altyapısını ve komuta ve kontrol mimarisini tehdit edebilecek gelişmiş silah ve yetenekler geliştiriyordu (https://trumpwhitehouse.archives.gov/wp-content/uploads/2017/12/NSS-Final-12-18-2017-0905.pdf).

Söz konusu stratejinin yayımlanmasından sonra iki ülke arasındaki gerginlik devam etti. Özellikle kovid-19 pandemisiyle beraber insan hakları, Tayvan, Hong Kong, Güney Çin Denizi, 5G gibi konular üzerine yürütülen tartışmalarla gerginlik daha da arttı. Güç ilişkilerinde belirgin bir değişim olmasına karşın ABD-Çin rekabetinin özüne ilişkin bir fikir birliği henüz yok. Değişimi anlamlandırmaya ve olası sonuçları değerlendirmeye çalışan çerçeveler var. Bu çerçevelerin başında gelen Graham Allison’un Tukidides tuzağı, egemen güç ve onun konumunu tehdit eden yükselmekte olan güç arasındaki yapısal gerilimi anlatıyor. Allison’un belirttiği gibi son beş yüz yılda bu iki güç, 16 kez karşı karşıya gelmiş ve bu karşı karşıya gelişlerin 12’si savaşla sonuçlanmış. Bir diğer çerçeve ise son gelişmeleri soğuk savaş analojisi ile açıklamak. Son zamanlarda yeni bir soğuk savaştan daha sık söz ediliyor (https://www.nytimes.com/2021/10/17/us/politics/china-new-cold-war.html).

Siyaset bilimci Joseph Samuel Nye Jr, iki ülke arasındaki ilişkiyi soğuk savaş çerçevesinde ele almayı doğru bulmuyor. Nye’ye göre soğuk savaş benzetmesi zihinleri iki boyutlu satranca hapsediyor. ABD’nin Çin’le rekabeti ise üç boyutlu. Nye, iki boyutlu satranca benzettiği ABD-SSCB rekabetinde SSCB’nin ABD için doğrudan askeri ve ideolojik bir tehdit olduğunu belirtiyor. O dönemde iki ülke arasındaki sosyal ve ekonomik bağlantılar son derece zayıftı. Dolayısıyla çevreleme politikası (ABD’nin, II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin artan etkisini sınırlama politikası) uygulanabilir bir politikaydı. İki boyutlu bir satranç tahtasında askeri güçler karşı karşıya gelmişti ve her iki tarafın da tetiği çekmemesi diğerine bağlıydı. ABD ve Çin’in karşı karşıya geldiği üç boyutlu oyunda ise yalnız bir düzeyde değil her üç düzeyde (askeri, ekonomik ve sosyal) yeni bir güç dağılımı var. En başta ekonomik düzeyde iki ülke birbirine fazlasıyla bağlı. 2020’de ABD’nin Çin ile ticareti yarım trilyon dolardan fazlaydı. ABD dışındaki Batılı ülkelerin de Çin ile çok sıkı ekonomik ilişkileri var. Ayrıca ABD ve Çin’in sosyal dokuları derinden iç içe geçmiş durumda. Çok sayıda öğrenci, bilim insanı ve iş adamı iki ülkeyi birbirine bağlıyor. Bunun yanında, pandemi ve iklim değişikliği gibi sorunları iki süper gücün işbirliği olmadan çözmek olanaklı görünmüyor (https://www.nytimes.com/2021/11/02/opinion/biden-china-cold-war.html).

Yin (2020) de soğuk savaş analojisinin yanıltıcı etkilerine karşı uyarıyor. Yin’e (2020) göre soğuk savaş, savaşsız tam ölçekli bir karşı karşıya gelişti. Oysa ABD-Çin stratejik ilişkisi hala uzun vadeli bir stratejik rekabetin ilk aşamalarında. İki ülkenin tam ölçekli bir karşı karşıya gelişi henüz söz konusu değil. Trump döneminde ABD bu doğrultuda bazı adımlar atmış olsa da Çin daha temkinli yaklaşarak doğrudan stratejik rekabetten ve karşı karşıya gelmekten kaçınıyor. Ayrıca Yin (2020) ABD-Çin stratejik rekabetinin hâlâ gelişme aşamasında olduğuna ve her ikisinin de iç siyaseti tarafından belirlendiğine dikkat çekiyor. Kısacası iki ülke arasındaki rekabetin kendine özgü, belirsiz ve değişken bir yapısı var.

Geçmişe ait kavramlar bugünkü gelişmeleri anlamlandırmak için yetersizler. Ama tarihten alınacak önemli dersler olduğu da bir gerçek. Wong’un (2021) İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD-Japonya arasındaki ticaret savaşı ile günümüzdeki ABD-Çin rekabetini karşılaştırdığı çalışması ABD’nin bu seferki sınırlılıklarını göstermesi açısından önemli.

ABD-Japonya Ticaret Savaşı

İkinci Dünya Savaşı öncesinde de Japonya’nın tekstil ürünleri ABD tekstil sanayi için bir baskı unsuruydu. Ama savaştan sonra bu baskı arttı ve Japonya’nın tekstil ve ağır sanayileri ABD’yi geçti. 1968 yılında Japonya dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. 1970’ten 1980’lere kadar Japon elektronik ürünleri, ev aletleri ve arabaları, Batı pazarlarında giderek daha fazla yer almaya başladılar. Bunun üzerine, Japonya’nın faaliyetlerinden olumsuz etkilenen sanayi bölgelerinde yaşayan ABD’liler Japon ithalatına karşı lobi faaliyetlerine giriştiler.

1981’de Ronald Reagan’ın ABD Başkanı olmasından hemen sonra ABD, geçmiş yılların pasif ticaret politikalarını terk ederek Japonya’dan yapılan ithalatı kısıtladı ve ABD’nin Japonya’ya ihracatını artıracak daha saldırgan politikalara yöneldi. 1985’te yapılan Plaza Anlaşması’yla Japonya’dan İkinci Dünya Savaşı sonrası yürürlükte olan kur sistemini terk etmesi yüksek Japonya yeni ve zayıf Amerikan dolarına yol açtı. Böylece ABD’nin Japonya’ya ihracatı artarken Japonya’nın ABD’ye olan ihracatı zayıfladı. Ayrıca Japon emlak ve borsa fiyatları 1990’da “balon ekonomisi” patlayana kadar şişmeye devam etti. 1989’da George Bush’un başkanlığı döneminde Japon ekonomisinin açılması ve liberalleştirilmesi için daha ileri adımlar atıldı. 1993’te seçilen Bill Clinton da Bush’un Japon politikasını devam ettirdi.

Wong’a (2021) göre ABD’nin Japonya’ya karşı yürüttüğü ticaret savaşındaki stratejisinin iki temel bileşeni vardı. Birincisi, Japonya’da ithalatı genişletme politikasıydı. Japon tarifelerini bastırdı, Japon ithalat kısıtlamalarını gevşetti ve Japon döviz sistemini değiştirdi. Böylece ABD’nin Japonya’ya ihracatını artırdı. İkincisi ise Japon piyasasını açma politikasıydı. Japon pazarındaki sistemik ve yapısal engellerin kaldırılmasıyla daha çok Amerikan ürünü Japon piyasasına girebildi.

Japonya’da 1991-2000 arası dönemi anlatan “kayıp on yıl” ABD’nin uyguladığı ticaret savaşı politikalarının bir sonucuydu. Fakat Wong’un (2021) belirttiği gibi bunda ABD-Japonya arasındaki liberal bağların daha derinleştirilmesinin Japonya’ya daha fazla yarar sağlayabileceğine inanan Japon politika yapıcılarının hatalı değerlendirmesinin de payı vardı.

Tekrar ABD-Çin ilişkilerine dönersek… ABD’nin karşısında bu sefer İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış dost (!) bir ülke yok. Çin, ABD karşısında daha esnek ekonomi politikaları uygulayabiliyor. Örneğin Trump’ın Haziran 2018’de Çin’e karşı ticaret savaşı başlatmasından önce Çin, piyasaya 100 milyar yuan sürmüştü. Amaç yerel tüketimi artırarak ABD-Çin ticaret savaşının yaratabileceği dış şoklara karşı önlem almaktı. Ayrıca 1980-2000 yılları arasında Japonya’nın ihracatının büyük bölümü ABD ve Avrupa’yaydı. Çin’in 1990-2014 yılları arasında, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’yle olan toplam ticaret hacminin oranı ise %25’ten azdı. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, Çin’in Batı’ya bağımlılığını daha da azaltacak. Bu nedenle Çin (Japonya’nın aksine!) ABD’nin ticaret savaşına karşı bir misilleme önlemi olarak tarifeleri artırabildi. Çin’in tüm bu avantajlarının yanında uluslararası konjonktür de ABD-Japon ticaret savaşındaki gibi değil (age).

ABD, Çin’e karşı bir ticaret savaşı başlattığında tartışma uluslararası örgütlere de yayıldı. Çin, ABD’nin tarifeleri artırma hamlesinin serbest ticaret anlaşmasının ihlali olduğunu iddia ederek DTÖ’ye (Dünya Ticaret Örgütü) resmi bir şikayette bulundu. Kendi yarattığı yapının kendine karşı kullanılması, DTÖ’nün kurucusu ABD’nin beklemediği bir hamleydi. Trump’a göre Çin, DTÖ’nün serbest ticaret sistemini kullanarak Amerikan pazarına ucuz fiyatlarla büyük miktarlarda alüminyum ve çelik satıyor ve DTÖ de buna göz yumuyordu. ABD’nin tarife artırımı DTÖ kurallarını ihlal etmesine rağmen Trump bu artırımın Amerika’nın “temel güvenlik çıkarlarını” korumak için gerekli olduğunu savundu.

Ancak Trump yönetimi, aynı anda birden fazla ülkeyi karşısına almakla stratejik bir hata yaptı. Ekim 2018’de, Kanada, Çin, Norveç, Hindistan, AB, Rusya, İsviçre ve Türkiye, Trump yönetiminin alüminyum ve çelik üzerindeki tarifelerinin DTÖ kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle şikayetçi oldular. Bunun üzerine ABD de Çin’in fikri mülkiyet ihlalleri hakkında bir soruşturma yürütülmesi talebinde bulundu.

Trump’ın ikinci hatası ise Çin’e karşı bir ticaret savaşına girişmeden önce tıbbi malzeme ve ekipman tedarik zincirlerini yeniden yapılandırmayı düşünmemesi ve bunun için bir hazırlığının olmamasıydı. Ticaret savaşından önce ABD, Çin’den toplam 5 milyar dolar değerinde tıbbi malzeme ve ekipman ithal ediyordu ve bu, ABD’nin tıbbi malzeme ve ekipman ithalatının %26’sını oluşturuyordu. ABD, tıp ve eczacılık teknolojilerinde küresel inovasyon lideri olmasına rağmen Çinli ilaç şirketleri Amerika’nın ihtiyaç duyduğu antibiyotiklerin, C vitamininin, ağrı kesicilerin ve hidrokortizonun %90’ından fazlasını sağlıyordu. 2018’de ABD, Çin’den yaptığı ithalatı düşürerek ihtiyaçlarını diğer ülkelerden sağlamaya başladı. 2019’da ABD’nin Çin ürünlerine %15 ek tarife uygulaması Çin’den yapılan tıbbi malzeme ithalatında %13’lük bir düşüşe neden oldu. ABD, yüksek tarifeler nedeniyle yüksek üretim maliyetlerinin üstesinden gelemedi ve bu nedenle, kendi içindeki Amerikan tıbbi ve ilaç endüstrilerini canlandırmayı başaramadı. Pandemide ABD’nin, daha önce Çin ve diğer ülkelerden aldığı tıbbi malzeme ve ekipmanını yeterince üretememesi ABD’nin ticaret savaşındaki konumunu zayıflattı (age).

Kısacası, ABD ve Çin arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri nedeniyle ABD ve Çin arasındaki ilişkilerin bir anda kopması ve ABD-SSCB soğuk savaşında olduğu gibi dünyanın iki kampa ayrılması yakın zamanda pek kolay değil. Fakat önümüzdeki günlerde iki ülke arasındaki teknoloji mücadelesinin daha da kızışacağını söyleyebiliriz. Bu nedenle Wong (2021), ABD ve Çin arasındaki mücadeleyi küresel teknolojik liderlik ve dolayısıyla ekonomik üstünlük için mücadele eden iki büyük güç arasındaki gizli bir “Teknik Soğuk Savaş” olarak nitelendiriyor. Nitekim Amerika’nın hamleleri özellikle Çin’in teknolojik gelişimini yavaşlatmayı ve Çinli teknoloji şirketlerini zayıflatmayı hedefliyor.

Amerikan düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nün 2020 yılında yaptığı değerlendirmede Çin’in Amerikan ürünlerinin üretimi için düşük ücretli montaj hattından ABD’nin bir rakibi haline geldiği, yakında da YZ (Yapay Zekâ), robotik, enerji depolama, beşinci nesil hücresel ağlar (5G), kuantum bilgi sistemleri, biyoteknoloji gibi teknolojilerde önde gelen güçlerden biri olacağı belirtiliyor (Hass, 2021).

Özellikle Çin’in küresel 5G pazarındaki başarısı ABD için yeni bir Sputnik vakası oldu ve ABD’nin uzun süredir devam eden teknik üstünlük varsayımlarının sorgulanmasına yol açtı. ABD yönetimi, Çin’in Made in China 2025 gibi politikalarını eleştirerek Çin’i, DTÖ altında uluslararası ticaretin temelini oluşturan liberal ekonomik açık rekabet modeline aykırı hareket etmekle eleştirdi. Çin ise şeffaf ve dış katılıma açık politikalar uyguladığını belirterek eleştirilere karşı çıktı (Inkster, 2021).

ABD’li politika yapıcılar ülkelerin teknoloji politikalarını tekno-küreselci ve tekno-milliyetçi karşıtlığı üzerinden değerlendirmeye çalışıyorlar. Fakat Wong’un (2021) üzerinde durduğu gibi bu karşıtlık ve Çin’in basitçe tekno-milliyetçi bir ülke olarak sınıflandırılması Çin’in günümüzdeki teknoloji politikalarını anlayabilmek için yeterli değil. Çin’in teknoloji politikaları hem süreç içinde değişiyor hem de Çin, Asya ülkelerinin 1960 sonrasındaki tekno-milliyetçi politikalarından farklı bir yol izliyor.

Tekno-küreselcilik ve Tekno-Milliyetçilik

Tekno-küreselcilik; teknolojilerin uluslararasılaşma, icat ve geliştirme, endüstriyel ve ticari kullanım, transfer ve yayılımından oluşan bir dünya sürecini ifade eder. Piyasa ilkelerinin rolünü devlet müdahalelerinden üstün tutar. Pazar ilkeleri doğrultusunda ülkeler arasında teknoloji transferini engelleyen ticaret engellerinin ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Bir hükümet, araştırma ve geliştirme için bütçe yaptığında, bunun temel bilimsel araştırmaları finanse etmek için kullanılması gerektiğini savunur. Çünkü uygulamalı veya ticari teknoloji geliştirme, firmaların sorumluluğundadır. Tekno-küreselci bakış açısına göre gerçek tekno-küreselci devletler, teknoloji edinme ve yayma aracı olarak yabancı firmaları başarıyla cezbeden ülkelerdir (Wong, 2021).

Tekno milliyetçilik ise teknolojik gücün ve sert rekabetin olduğu bir dünyada ulusal gücün etkili bir belirleyen olduğunu savunur. Teknolojik özerklik, ulusal güvenliğin merkezinde yer alır. Pazara yeni girecek yerli sanayiler, yerleşik büyük yabancı işletmelerin rekabet baskısına dayanamayacağı için pazarlarını dış firmalara açma konusunda isteksizdirler. Bilginin üretimini, tasarım ve imalatın gerçekleştirildiği standartları kontrol etmek isterler. Yabancı teknolojiye bağımlılık yerine özerkliği, ulusal kullanıcılar arasında bilginin yayılmasını, yerli bilimsel ve teknolojik yeteneklerin geliştirilmesini hedeflerler.

İlk tekno-milliyetçilik örneklerinden biri İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’daki işletmelerdir. Savaş öncesinde Ren nehri vadisinin kırsal bölgelerindeki çiftlik evleri, çelik fabrikalarına dönüştürüldü. Ren nehri vadisinde bol miktarda su, kömür ve demir cevheri bulunduğundan, çiftlik evi fabrikalarının sayısı hızla çoğaldı. Nazi rejimi, bu fabrikalara büyük sermaye akıttı; Siemens, Thyssen ve Krupp gibi özel sanayi devlerini bu çiftlik fabrikalarını sistematik olarak ele geçirmeleri için destekledi. Böylece hem büyük özel işletmeleri askeri endüstrilere yönlendirdiler hem de küçük ölçekli kırsal işletmeleri ulusal ekonomik kalkınma sistemine kattılar.

Nazi Almanya’sının roket füzeleri ve akustik torpidolardaki hızlı teknolojik gelişmeleri sonrasında Birleşik Krallık ve ABD de askeri-endüstriyel teknolojilerin gelişiminde devletin finansal desteğinin önemini fark etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, devlet liderliğindeki askeri sanayiler ticari ekonomiler tarafından emilse de ABD hükümeti, askeri elektronik bileşenleri geliştirmeye yönelik finansal yatırımlarla şirketleri desteklemeye devam etti.

Tekno-küreselciler, teknolojileri için daha fazla uluslararası pazar payı elde etmeye çalışırken rekabet gücü zayıf tekno-milliyetçiler, savunmacı bir pozisyondadırlar. 1960’lardan sonra birçok gelişmekte olan ülke gibi Çin de tekno-milliyetçi politikalara yöneldi.

Küllerinden Yeniden Doğmak

Çin, tarihin büyük bir bölümünde dünyadaki en zengin ve teknolojik olarak en gelişmiş uygarlıklardan biriydi. Kâğıdı, matbaayı, manyetik pusulayı ve barutu icat ettiler. Batı tarımı uzunca bir süre boyunca yağmur yağışına bağımlıyken Çin’de tarım faaliyetleri erken bir aşamadan itibaren nehirlerin yeniden yönlendirilmesi ve barajların yapılması, tahıl taşımacılığı için kanallar inşa edilmesini içeren karmaşık sulama ve hidrolik yönetim sistemleri ile yürütülüyordu. Yüksek fırın tekniklerini kullanarak demir eritme gibi tekniklerin geçmişi MÖ dördüncü yüzyıla kadar uzanıyor. Çin, dökme demir üreten ilk ülkeydi. Daha sonra asma köprüler ve sondaj deliklerinin inşasını sağlayan dövme demir ve çelik üretimine geçti. Tuzlu su ve doğal gaz çıkarmak için kullanılan sondaj delikleri 1200 metre aşağıya inebiliyordu. MÖ 13. yüzyıldan beri lake üretebiliyorlardı ve MS 3. yüzyılda porselen yaygın olarak kullanılıyordu. Astronomi, haritacılık ve matematikte de oldukça ileriydiler. MÖ 2. yüzyılda Çinli matematikçiler ondalık sistem ve ondalık kesirleri, sıfır ve negatif sayılar kavramlarını, daha yüksek sayısal denklemler ve geometrik şekillerin cebirsel ifadelerini geliştirdiler. Deprem bilimi alanında çalışmaları vardı ve MS 2. yüzyılda bir sismograf geliştirmişlerdi. MÖ 2. yüzyıla ait Sarı İmparator’un İç Hastalıkları Klasiği gibi metinler, kan dolaşımı, biyolojik ritimler, diyabet ve beslenme eksikliklerinin neden olduğu hastalıklar üzerine çalışıldığını gösteriyor. MS 10. yüzyılda çiçek hastalığına karşı aşılamaya başladılar ve MS 16. yüzyılda aşılama yaygın bir uygulama olmuştu. Batı’da ise çok daha sonra başlayacaktı (Inkster, 2021).

Sanayi devrimi öncesinde bir çok açıdan Batı’dan bu kadar ileri olan bir uygarlık nasıl oldu da Batı’nın gerisine düştü? Modern bilim veya sanayi devrimi neden Çin’de değil de Avrupa’da gelişti? Çinliler uzunca bir süre bu konuları tartıştılar ve neden geri kaldıklarının yanıtını bulmaya çalıştılar. İlk başlardaki yanıtlar ve çözüm önerileri, daha önce Müslüman düşünürlerin yaptığı gibi, geleneklere/dine daha fazla bağlanmayı savunan ortodoks bakış açısına dayanıyor ve geleceği geçmişte arıyorlardı. Ancak 20. yüzyılın başında çok sayıda öğrencinin modern eğitim almak için denizaşırı ülkelere gitmesi, devrimci grupların oluşumunda yer alması ve ardından Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile Çin’de yeni bir dönem başladı.

Kitabında Mao Zedong’a (özellikle Kültür Devrimi hakkında) sert eleştirilerde bulunmasına rağmen Inkster’in (2021) de kabul ettiği gibi Mao, Çin’in kendine olan saygısını ve dünyadaki konumunu geri kazanması için çok şey yapan ilham verici bir liderdi ve onun döneminde sonraki yıllardaki atılımın temelleri atıldı. Mao döneminde sosyalist yönelimli tekno-milliyetçi bir teknoloji politikası takip edildi. 1949’dan 1976’ya kadar Çin’in beşeri sermayesinde büyük ilerlemeler oldu. 1949’da okuryazarlık oranı %20 iken 1976’da %70’e yaklaştı. Yurt genelindeki temel sağlık hizmeti sistemi sayesinde yaşam beklentisi 30 yıldan 66 yıla çıktı. Ulusal elektrik şebekeleri kuruldu ve sanayi sermayesi genişletildi.

İlk Dijitalleşme Adımları

Deng Xiaoping’in 1978’de iktidara gelmesinden sonra devlet tarafından yönlendirilen pazar odaklı hibrit bir model uygulandı. 1960’ların başından beri dört alanın (tarım, sanayi, ulusal savunma, bilim ve teknoloji) modernleşmesi üzerinde duruluyordu. On Birinci Parti Kongresinin Üçüncü Birleşik Oturumunda Deng, tekrar bu dört alanın altını çizdi ve modernleşme faaliyetleri hız kazandı. Önce tarımla başlandı, bunu sanayi alanında atılan adımlar takip etti. Hong Kong ve Çin diasporasının da aralarında bulunduğu yabancı girişimcilerin, bol miktarda ucuz işgücü ve vergi muafiyetlerinden yararlanarak ihracata yönelik mallar üretmek için üretim hatları kurmaya teşvik edildiği Özel Ekonomik Bölgeleri kuruldu. Belediyelere kasaba ve köy işletmeleri kurma yetkisi verildi. Devlete ait işletmelerin yöneticilerine, reforme edilmiş bir bankacılık sistemi aracılığıyla sağlanan sermaye ile faaliyetlerini yürütmeleri için daha fazla serbestlik sağlandı.

Güney Kore’nin 1960’lardan sonraki başarısından etkilenen Çin, kendine özgü bir model arayışına girmişti. 1990’larda Deng’in “Açık Kapı” adlı reform programıyla kapılarını Doğrudan Yabancı yatırıma açtı. Bu dönem, dijitalleşme için de ilk adımların atıldığı yıllardı. Çin yönetiminin teknolojiye yoğun bir ilgisi vardı ve gelişmeleri yakından takip ediyorlardı. Amerikalı yazar ve gelecekçi Alvin Toffler’in kitapları Çinceye çevrilmiş ve Deng de dahil birçok Çin liderleri tarafından okunmuştu. Çin’de henüz bilgisayar olmamasına ve hatta telefon hatları bile yetersiz olmasına rağmen Çin yönetimi bilişim teknolojilerinin ekonomik gelişme için öneminin farkındaydı. 1983’te Elektronik Sanayi Bakanı olan Jiang Zemin (1989’da ÇKP Genel Sekreteri oldu), bilişim teknolojilerinin uluslararası rekabetteki önemini ve Çin’in dünyanın çok gerisinde olduğunu vurguluyordu. Bu nedenle Çin yönetimi, elektronik sanayiyi önceliklendirmeye karar verdi. Çin Bilimler Akademisi, 1984’te daha sonra dünyanın başlıca bilgisayar üreticilerinden biri olacak Lenovo adlı yeni bir şirkete yatırım yaptı.

1994 yılında Çin hükümeti, Çin’i internete bağlamak için ilk adımları attı ve iki yıl sonra da Çin vatandaşları internete bağlanmaya başladı. Çin’in başından itibaren dijitalleşmeye yaklaşımı, devlet planlama sistemine entegre edilmiş, devlet güdümlü yukarıdan aşağıya inisiyatifler biçimindeydi. İnternet bağlantısının kurulması ve diğer gerekli teknolojiler için ABD’li şirketlerle işbirliği yapıldı. Çin, ABD’li şirketler için kârlı bir pazar olmasının yanında düşük ücret ve üretim maliyetleri nedeniyle de cazip bir ülkeydi. Cisco ve Apple gibi şirketler yüksek değerli tasarım ve yazılım üretim yeteneklerini ABD içinde tutarak temel imalatlarının çoğunu Çin’e aktardılar.

Bu süreçte, ABD’de hükümet ve şirketler arasındaki ilişkilerde de köklü değişiklikler yaşandığını atlamamak gerekiyor. Birincisi, ticari elektronik bileşenlerin ve yarı iletkenlerin araştırılması ve geliştirilmesinin egemen hale gelmesiyle askeri elektronik ve silahların teknolojik liderlik konumunu yitirmesiydi. İkincisi, donanım ve tedarik zincirlerinin imalatının küreselleşmesiydi. Üçüncüsü, araştırma ve geliştirmenin giderek küreselleşmesiyle ulusötesi teknolojik işbirliğinin üst düzey teknolojileri çeşitlendirmesiydi (Wong, 2021).

Tekno-küreselci Politikaların Başarısızlığı

1990’ların sonuna gelindiğinden açılmanın Güney Kore’dekinin aksine Çin’e büyük bir yarar sağlamadığı ve Çin’in teknolojik altyapısını güçlendiremediği görüldü. Elektronik ürünlerde Çin ihracatının çoğunluğu Çin’li şirketler veya kamu işletmeleri tarafından değil Çin’de faaliyet gösteren yabancı şirketlerce yapılmıştı. Dolayısıyla Çin yönetimi, tekno-küreselci politikaları sorgulamaya ve alternatif politikalar araştırmaya başladı.

Bu arada Çin’in internet kullanıcılarının sayısı hızla artıyor ve Çin, telekom şirketleri için iştah açıcı bir pazar haline geliyordu. Çin yönetimi, erken bir dönemde telekom sektörünün önemini fark ederek bazı araştırmacılar tarafından tekno-hibrit veya yeni tekno-milliyetçilik (çok uluslu üretim ağlarına katılmak için sınırlı bir tekno-küreselcilik biçimi) adı verilen bir stratejiyi tercih etti. Bu doğrultuda, teknolojik yeniliklere yönelik genişletilmiş devlet harcamalarını taahhüt ettiler ve aynı zamanda aktif kamu-özel ortaklıkları kurdular. Böylece ulusal teknoloji programlarında yabancılara karşı daha açık ve uluslararası kural koyma ve politika koordinasyonuna daha fazla bağlılık ortaya koymuş oldular. Teknoloji transferi amacıyla yabancı teknoloji ve yatırımı çekmek, yerli firmaların daha deneyimli yabancı ortaklardan teknoloji öğrenmesini ve edinmesini sağlamak ve onlara yardımcı olmak için tekno milliyetçi politikalarına tekno-küresel ögeler kattılar. Siemens ile işbirliği yaparak geliştirdikler yerli 3G standardı 2000 ve 2001 yıllarında başlıca uluslararası örgütlerde kabul gördü. Bu, Çin’in yerel bir teknolojik standardı uluslararasılaştırmadaki ilk başarısıydı.

Çin hükümetinin WTO’ya katılım sonrası ana hedefi Çin’i üretim merkezli bir ekonomiden teknoloji merkezli bir ekonomiye dönüştürmekti. Ulusal Orta ve Uzun Vadeli Bilim ve Teknoloji Geliştirme Programı 2006-2020‘de inovasyon yeteneğini geliştirilmesi, bazı kritik alanlarda temel teknolojilerde uzmanlaşma ve uluslararası düzeyde rekabet edebilecek işletmelerin kurulması hedefleniyordu. Hükümet politikasının esnek olması ve yurt dışından teknoloji tedarik etme fırsatlarından yararlanılması savunulmakla beraber uzun vadede yabancı tedarikçilere güvenilmiyordu. Klasik tekno-milliyetçilikten en önemli farkları ise uluslararası kuruluşlarla işbirliğine daha fazla önem vermeleriydi.

Çin’in teknoloji politikaları zaman içinde değişiyor; ama değişim, teknolojik yetersizliklerin, eksiklerin ve sorunların açıkça ifade edildiği ve bunların giderilmeye çalışıldığı bir özeleştiri süreciyle beraber ilerliyordu. Örneğin, Devlet Konseyi’nin 2006’daki değerlendirmesinde Çinli firmaların yenilikçi kapasitesinin nispeten zayıf olduğu ve teknoloji sektörünün yönetiminin hala yeterince koordineli olmadığı kabul ediliyor; üniversiteler, araştırma enstitüleri, laboratuvarlar, özel şirketler ve devlete ait işletmelerin uluslararası ve kurumlar arası düzeylerde ortak girişimler ve uluslararası ortaklıklar kurarak yabancı kuruluşlardan teknoloji transfer etmesinin kritik hale geldiği üzerinde duruluyordu.

Internet Plus ve Made In China 2025

2012’de ÇKP Genel Sekreteri olan Xi Jinping göreve geldikten sonra Çin Ulusal Müzesi’nde yaptığı konuşmada “Çin milletinin büyük gençleşmesi” olarak tanımladığı “Çin Rüyası” vizyonunu açıkladı. Bu vizyona göre 2021’e kadar Çin orta derecede refahlı bir topluma dönüştürülecek ve 2049 yılına kadar da güçlü ve refahlı bir ekonomi inşa edilecekti. Daha sonra 2013’te yaptığı bir diğer konuşmada da bu rüyayı gerçekleştirmek için teknolojinin önemine vurgu yaptı:

İleri teknoloji, modern devletin keskin silahıdır. Batılı ülkelerin modern zamanlarda dünyaya hakim olabilmelerinin önemli bir nedeni de ileri teknolojiye sahip olmalarıydı… Teknolojimiz hala genel olarak gelişmiş ülkelerin gerisinde ve kendi avantajlarımızı ortaya koyarak, yetişmek ve geçmek için asimetrik bir strateji benimsememiz gerekiyor.

Son sekiz yılda Çin yönetimi, bu doğrultuda kritik hamleler yaptı. 2015 yılında, Çin’i çevrimiçi ve gerçek dünya ekonomilerini entegre etme amacı ile Internet Plus stratejisini duyurdu. Internet Plus stratejisi, ihracata dayalı bir ekonomiden daha çok iç tüketime dayalı bir ekonomiye geçme çabasının bir parçasıydı. Bu stratejiyle, internet, bulut bilişim, büyük veri ve nesnelerin internetinin imalat, hizmet sektörü ve tarım da dahil olmak üzere bir dizi sektöre dahil edilmesi teşvik ediliyor ve e-devlet geliştirilmeye çalışılıyordu. Bir bakıma Çin, Almanya’nın Endüstri 4.0 ve Japonya’nın Yeni Endüstriyel Yapı Vizyonu planlarının bir benzeri uygulanmaya çalışılıyordu.

Aynı yıl yürürlüğe giren Made in China 2025 planı ise on temel teknoloji sektöründe (YZ ve kuantum hesaplama dahil gelişmiş bilgi teknolojileri; otomatik makineler ve robotik; denizcilik ekipmanları ve yüksek teknolojili taşıma; demiryolu taşımacılığı; havacılık ekipmanları; sürücüsüz ve yeni enerji araçları; güç ekipmanı; tarımsal ekipman; yeni malzemeler; biyo-ilaç ve gelişmiş tıbbi ürünler) yerli olarak üretilen bileşenlerin oranının 2020 yılına kadar %40’a ve 2025 yılına kadar da %70’e çıkarmayı hedefliyordu. Yabancı tedarikçilerden bağımsızlığı sağlayabilmek için endüstriyel planın merkezinde yarı iletken endüstrisi ile yüksek teknolojili ürün ve hizmetlerin üretimi vardı. Çünkü son yıllardaki gelişmelerin gösterdiği gibi yarı iletken endüstrisi Çin’in en zayıf noktalarından biriydi. Bu hedeflere erişebilmek için de 2017’de ar-ge yatırımlarını 67.4 milyar dolara çıkararak ar-ge yatırımı 47.1 milyar dolar olan ABD’yi geçti.

Bu dönemde Çin’in dijitalleşmesini hızlandıran bir diğer gelişme, akıllı telefonların ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasıydı. Bilgisayarlar bir çok Çinli için erişilebilir olmadığından 2000’li yıllarda internet erişimi için çoğunlukla internet kafeler kullanılıyordu. Fakat akıllı telefonların sahneye çıkmasıyla dijital teknolojilerin toplumun farklı kesimlerince kullanımı yaygınlaştı. Çinli girişimciler, hem ucuz hem de bazı açılardan Batılı rakiplerinden daha üstün özelliklere sahip telefonlar üretmelerinin yanında gündelik yaşamı kolaylaştırmayı hedefleyen ve hızla büyüyen bir uygulama yelpazesi geliştirdiler.

Made in China 2025, Çinli şirketleri mevcut uluslararası standartlarla uyumlu veya bunların yerini alabilecek yeni teknoloji standartları oluşturmaya davet ediyordu. Nitekim küresel standartları etkilemek ve belirlemek, Çin’in genel teknoloji stratejisinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Özellikle ağ teknolojilerinde, ilk olmanın avantajını kullanan ABD’nin hegemonyasını kırmak için yoğun çaba gösteriyorlar. Çin yönetimi, 5G, nesnelerin interneti, blok zinciri gibi teknolojilerle yakından ilgileniyor. Örneğin blok zinciri teknolojisiyle ülkenin ABD dolarına bağımlılığını ve dolayısıyla ABD’nin uyguladığı mali yaptırımlara karşı savunmasızlığını azaltacak bir dijital para birimi geliştirmeye çalışıyorlar.

Özellikle YZ, Batı’yı geçme ve gelecek yüzyılın gündemini belirleme potansiyeline sahip, oyunun kurallarını değiştirecek bir teknoloji olarak görülüyor. Bunun için devletin yönlendirmesi ile özel sektörün risk almaya ve yenilik yapmaya teşvik edilmesinin bileşiminden oluşan bir politika uygulanıyor. YZ’nin çeşitli alanlarında uzmanlaşmış dünya çapında şirketleri var. Baidu, sürücüsüz arabalarda; Alibaba, akıllı şehirlerin geliştirilmesinde; Tencent tıbbi görüntülemede; iFlytek akıllı ses tanımada ve Sensetime yüz tanımada öne çıkan şirketler.

Elektrikli ve otonom araçlar, Çin’in Batı’yı yakalaması ve geçmesi için bir yol sunmasının yanında Çin’de giderek daha büyük bir sorun haline gelen çevre kirliliğine karşı da önemli. Bunun için Elon Musk’la beraber Şanghay’da Tesla Model 3 üzerine çalışılıyor. Bileşenlerin yüzde otuzu Çin’de üretiliyor ve bu oranın %80’e çıkarılması hedefleniyor. Musk, 2025 yılına kadar yeni enerji araçlarının toplamın %20’sini temsil edeceği beklentisiyle, merkezi hükümet ve elektrikli araçlar için yerel sübvansiyonlar tarafından teşvik edilen bir pazara erken girmek istiyor. Ancak Elon Musk yalnız değil. Çin’in yerli firmaları BYD ve SAIC de otonom araçlar geliştirmeye çalışıyor.

Çin, YZ üzerine çalışan bilim insanları ve uzmanlarını çekmek için cazip çalışma ortamları hazırlıyor; YZ akademileri ve araştırma enstitüleri kuruyor. 196 üniversite, büyük veri ve veri bilimi dersleri veriyor. Gençlerin eğitiminde STEM (fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) çalışmalarına ağırlık veriyor. Ayrıca Çin hükümeti, ABD’de eğitim alan ve Silikon Vadisi’nde deneyim kazanan genç mühendis ve girişimcilerin öğrendiklerini kendi ülkelerinde uygulamaları için vergi indirimleri ve teşviklerle elverişli bir ortam yarattı. Ama burada devlet tarafından planlanan bir süreçten çok şirketlerin birbiriyle yarıştığı, birbirlerinin ürünlerini hızla kopyalayarak fiyat kırmaya çalıştığı vahşi bir bir rekabet söz konusu. eBay gibi ABD’li şirketlerin pazarda tutunabilmesini zorlaştıracak kadar vahşi bir ortam var!

5G ve Gelecek

Akıllı telefonlar, Çin’in dijitalleşmesini hızlandırdı. Dijitalleşmeyle hızla artan veri miktarı YZ uygulamalarında Çin’e (ve veriden yararlanmayı bilen diğer ülkelere!) yeni olanaklar sundu. 5G’de ise daha büyük bir sıçrama yaşanacak ve 5G birçok yeni teknolojiyi tetikleyecek. 5G iki temel gereksinimi karşılayacak:

  • Eğlence içeriği ve sosyal ağlardaki canlı akışlar için çok büyük hacimli verileri daha hızlı aktarabilmek
  • Oyunlar ve dikey sektör (enerji, otomotiv, sağlık, enerji, kentleşme, tarım ve eğlence vb sektörler) uygulamaları için mobil ağlardaki yanıt süresini (veya gecikmeyi) kısaltmak.

Wong (2021), 5G’nin Dördüncü Endüstri Devrimi’nin iskeletini oluşturacağını savunuyor. Birincisi, veri hesaplama ve depolama işlevlerinin merkezi sunucularda toplandığı mimariler yerine daha dağıtık mimarilerin geliştirilmesini kolaylaştıracak. İkincisi, halihazırdaki ağlardan çok daha hızlı iletişim olanağı yeni uygulamaların geliştirilmesini sağlayacak. Üçüncüsü, yapay öğrenmenin hızını ve dolayısıyla makinelerin değişen koşullara göre kendi kendini değiştirebilme özelliklerini hızlandıracak. Bu avantajdan yararlanacak yeni nesil YZ uygulamaları beraberlerinde köklü değişiklikler getirebilir. Dördüncüsü, çevrimiçi sanal gerçekliği, nesnelerin interneti aracılığıyla fiziksel maddi gerçeklikle bütünleştirebilecek. Geleceğin sağlık tespit cihazları, uzaktan kumandalı fabrikalar, robotlar ve otomatik güvenlik ve askeri sistemler 5G ağları üzerinden kontrol edilecek. Beşincisi, fiziksel ve sanal gerçekliğin bütünlüğünü sağlayarak yeni malzemelerin, optiklerin, sensörlerin ve 3D baskı gibi katmanlı üretimin uygulamalarını hızlandıracak. Altıncısı, yenilenebilir enerji, mobil enerji ve yeni enerjinin ortaya çıkışını ve uygulanmasını; YZ destekli enerji yönetim sistemlerinin geliştirilmesini hızlandıracak.

5G’nin bu potansiyeli nedeniyle küresel 5G pazarının hakimiyeti, ABD ve Çin arasındaki jeopolitik rekabette kritik bir savaş alanı. Bilişim teknolojilerini birbirine bağlayan ağları kontrol eden ve üzerinde çalışacakları teknik standartları belirleyen devlet, önemli ekonomik, politik ve jeostratejik avantajlar elde edecek. Küresel liderliğini kaybetmek istemeyen ABD, Çin’in teknoloji şirketlerine karşı topyekûn bir saldırı başlattı ve federal kurumların başta Huawei ve ZTE olmak üzere büyük Çinli şirketlerden ekipman veya hizmet satın almasını yasakladı. Huawei’nin 5G çalışmalarını yavaşlatmak/aksatmak amacıyla gelişmiş mikroişlemcilerin Huawei’ye satışına kısıtlamalar getirdi. Ayrıca Çin’e karşı savaşında diğer ülkeleri zorlayarak 5G üzerinden bir kamplaşma yaratmaya çalıştı. Ancak bu kamplaşmada yeterince başarılı olamadı.

Ülkeler ABD’nin Huawei’nin 5G teknolojilerini yasaklama çağrısına farklı yanıtlar verdiler. Eylül 2019’a kadar Huawei 50’den fazla ticari 5G sözleşmesi imzalamış ve 200.000’den fazla 5G baz istasyonu ekipmanı seti ihraç etmiş ve Avrupa’dan 28, Kuzey Amerika’dan 4, Asya-Pasifik’ten 6, Afrika’dan 1 ve Orta Doğu’dan 11 ticari sözleşmeyi garantilemişti. En büyük iki rakibi Nokia ve Ericson’un ise Eylül 2019’da sırasıyla 45 ve 24 sözleşmesi vardı. Bir çok ülke kaliteli ve ucuz olması nedeniyle Huawei ürünlerini tercih ediyordu (Wong, 2021).

ASEAN (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) ülkeleri ABD’nin Huawei yasağına uymadılar. Ama yasak, 5G ağlarının kurulmasında ASEAN hükümetlerin birden fazla tedarikçiyle çalışma yaklaşımını tetikledi. Sadece Vietnam hükümeti Huawei’yle beraber çalışmıyor ve 5G’de bağımsız bir yol izleyerek teknolojik bağımsızlık elde etmek istiyor.

Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Birleşik Krallık ABD’nin yasaklarını destekledi. AB’de ise ABD’nin Huawei teknolojilerinin ulusal güvenliği tehdit ettiği iddialarına karşı riski azaltma mekanizması geliştirme ve koordine etmenin yeterli olacağı düşüncesi egemendi. Huawei’nin herhangi bir casusluk faaliyetine karıştığına dair bir kanıt yoktu ama Çin’in yasal-politik ve kurumsal yönetim yapıları, demokratik bir kontrol ve denge mekanizmasına sahip değildi. Bunun yanında, ABD’li Cisco’nun ABD istihbarat teşkilatıyla işbirliği yaptığı ortaya çıkmıştı ve Wikileaks belgelerinde Güney Koreli Samsung şirketinin ABD istihbaratı tarafından hacklendiği iddia ediliyordu. Doğal olarak AB, kendi telekom şirketlerine (Nokia ve Ericson) daha çok güveniyor ve AB üyesi ülkeleri, Avrupa dışındaki şirketlerden sağlanan tüm ürünlere karşı temkinli olmaları konusunda uyarıyor (Wong, 2021).

Özetle ABD, Huawei’ye karşı başlattığı savaşta istediği uluslararası desteği alamamıştı. Öncelikle, Trump’ın Huawei’nin 5G teknolojisinin güvenlik tehditleri içerdiği iddiası net değildi. Bu tehdit, yazılımdan mı yoksa donanımdan mı kaynaklanıyordu? Eğer donanımdansa, Huawei zaten tüm sektöre yayılmıştı ve ABD herhangi bir alternatif sunamıyordu. Yazılımdan kaynaklı tehditlere karşı ise ASEAN ve AB ülkeleri risk azaltıcı önlemler geliştiriyorlardı. Bunun yanında, Huawei’nin herhangi bir casusluk faaliyetine karıştığına dair bir kanıt olmadığı gibi Çin’in Huawei’yi kullanarak casusluk yapmaya çalışması Çin’in uzun vadeli planlarını riske atacağından pek akıl kârı değildi (age).

***

ABD-Çin teknoloji savaşı günümüzde özellikle 5G üzerinde gerçekleşiyor. Inkster’in (2021) belirttiği gibi 5G hala ilk aşamalarında ve şu anda tahmin edilemez yönlere doğru gelişebilir. Ayrıca 5G, telekom sektörünün nihai aşaması da değil; geçen yıl 6G için ilk adımlar atıldı.

Fakat 5G’nin ABD-Çin arasındaki rekabetin sadece bir parçası olduğunu da unutmamalı. ABD Asya Araştırmaları Ulusal Bürosu’nun Kasım 2019’da hazırladığı Partial Disengagement (Kısmi Ayrılma), başlıklı raporda farklı senaryolar üzerinde duruluyor (https://www.nbr.org/wp-content/uploads/pdfs/publications/sr82_china-task-force-report-final.pdf) . Birincisi, iki ülkenin açık liberal ekonomiyi işletmesi; Çin hibrit ekonomi modelinde ısrarcı olsa bile ABD’nin bunun için bastırmaya devam etmesi. İkincisi, statükonun devamı; ABD’nin açık ve Çin’in kısmen kapalı bir ekonomiyi sürdürmesi. Bu, ABD’nin kesinlikle istemediği ve aleyhine gelişen bir senaryo. Üçüncü senaryo, iki devletin ekonomilerini kısmen birbirine kapattığı kısmi ayrılma. Dördüncü senaryo ise ABD ve Çin ekonomilerinin birbirinden koptuğu Soğuk Savaş senaryosu. Raporda, son senaryonun uzun vadede Çin’e daha çok zarar vereceği ama ABD için de riskler taşıdığı belirtiliyor. Özellikle de başlıca müttefikleri ve ticaret ortaklarını peşinden sürükleyemezse…

Rapor, üçüncü senaryoyu destekliyor ve dört öneride bulunuyor: Mevcut tarife savaşında ateşkes sağlamak; gözetleme, sabotaj veya kesintiye karşı güvenlik açıklarını azaltmak için savunma önlemlerini güçlendirmek ve kritik teknolojilerin Çin’e yayılmasını yavaşlatmak; inovasyona, teknolojiye ve eğitime yatırım yapmak; yakın müttefiklerle ticaret ve yatırım ilişkilerini, işbirliğini ve bilgi paylaşımını güçlendirmek.

Önerilerin ne kadarı uygulanabilir? Çin’in gelişimini ve teknoloji politikalarını nasıl etkiler? Çin, ABD’in hamlelerine karşı nasıl bir strateji uygulayabilir? Bu soruların yanıtlarını vermek zor… Ama önümüzdeki yıllarda bilişim teknolojilerinde köklü değişiklikler olacağını söyleyebiliriz. İnternetin gelişimi en başından beri ABD yönetimi ve Amerikan şirketlerinin politika ve uygulamaları ile yönlendirildi. Ancak şimdi ABD-Çin rekabetinin yanında AB de internet yönetişimi için daha kolektif ve daha biçimlendirilmiş bir uluslararası yaklaşım talep ediyor. Ayrıca internet, bir eğlence ve iletişim ortamı olmanın yanında diğer gündelik yaşam pratiklerinin daha çok bir bileşeni haline geldikçe hükümetlerin internete müdahaleleri de artıyor. ABD-Çin teknoloji savaşı ve diğer ülkelerin bu savaşta konumlanışları teknolojinin gelişimini biçimlendirecek.

Kaynaklar

Hass, R. (2020). US-China relations: The search for a new equilibrium. Brookings, Global China series, https://www.brookings.edu/wp-content/uploads/2020/02/FP_202002_us_china_relations_hass.pdf, son erişim 18/11/2021.

Inkster, N. (2021). The Great Decoupling: China, America and the Struggle for Technological Supremacy. Hurst Publishers.

Wong, P. N. (2021). Techno-Geopolitics: US-China Tech War and the Practice of Digital Statecraft.

Yin, J. (2020). The Cold War analogy’s misrepresentation of the essence of US–China strategic competition. China International Strategy Review, 2(2), 257-269.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir