YARIMADA
2008 yılında, Trabzon’da Ramazan eğlencelerinin yapıldığı alanda stant açan polis, gönüllü vatandaşlarımızdan parmak izi toplar. Alınan parmak izleri, kimlik bilgileri ve vatandaşa ait bir fotoğrafla Emniyet Genel Müdürlüğü veritabanına eklenmektedir. Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda 2 Haziran 2007 tarihinde değişiklik yapan 5681 Sayılı Kanun, polise bu olanağı sunmaktadır. İlgili kanuna göre, pasaport, ehliyet ve silah ruhsatı alacakların parmak izi vermeleri zorunlu hale gelmiş ve polise gönüllülerden parmak izi alma yetkisi tanınmıştır.
Radikal Gazetesi bu haberi “Trabzon’da gönüllü fişleme coşkusu!” diye verir (1). Haberde, fişlenenler, fişlenmenin yararından bahsederken “ben bile suç işlesem”li ifadeler kullanırlar. Fakat, sözlerinden kendilerinin suç işlemeyeceğinden emin oldukları sezilir. Aslında Hakan Şükür’ün sözleri ülkemizde oldukça yaygın olan bu fişlenme rehavetinin kökenleri hakkında önemli ipuçları vermektedir:
“Hepimizin telefonları dinleniyor olabilir.. Düzgün bir duruşunuz ve yaşam biçiminiz varsa o telefon dinlenmesi sizi rahatsız etmez, beni etmiyor.” (2)
İnternet, kredi kartları, cep telefonları… Her biri özgürlüğümüzün olmazsa olmaz bir gerekliliğiymiş gibi sunulur. Oysa, özgürlük diye sunulanların diğer bir yüzünde iktidarın toplum üzerinde artan denetimi vardır. İletişim güzeldir, gereklidir. Sevdiğimiz web siteleri kapatıldığında feryat ederiz. İktidarın iletişim özgürlüğümüze müdahale ettiğini düşünürüz. Ama şunu da unutmamak gerekir. İnternet sanıldığı kadar özgür bir ortam değildir. İktidarın gözleri üzerimizdedir. Kimin hangi siteyi ziyaret ettiğinin ya da arama motorlarında neyi arattığının bilgisi bile eşsiz bir güçtür. Facebook benzeri sosyal paylaşım sitelerini ve burada biriken ya da saçtığımız kişisel bilgileri düşünelim. Türkiye’den 22 milyondan fazla üyeye sahip olan Facebook’un, Türkiye hakkında sahip olduğu bilgi sizce istihbarat şirketlerinin iştahını kabartmıyor mudur? Eğer İnternet’i çok sık kullanan biri iseniz, Google’un (yaptığınız aramalar ve e-postalarınız dikkate alındığında) sizi arkadaşlarınızdan daha iyi tanıyor olma olasılığı bir hayli yüksek!
ABD Savunma Bakanlığı’nın desteği ile yürütülen ARPA Net projesinin devamı olan İnternet’in, bizim “Eşit ve Özgür Bir Dünya” düşümüze yardımcı olması için geliştirilmediğini biliyoruz. Bugün oldukça popüler olan Facebook ve Youtube benzeri web uygulamalarının “aman gençler Devrim yapsın” diye geliştirilmediğini de biliyoruz. Fakat buna rağmen İnternet’i ve uygulamalarını iyi/kötü, yararlı/zararlı ekseninde tartışmayı seviyoruz.
Birkaç yıl öncesinde sık duyduğumuz ama şimdi var olan durumu kabullenmişlik içinde pek rastlamadığımız bir ifade var: “Sanayi devrimini kaçırdık, bari bilişim devrimini kaçırmayalım.”
Bu temenni, iki açıdan sorunlu görünüyor. Birincisi, teknoloji, yoldan geçerken atlayabileceğimiz bir tren değildir. Teknoloji, hayatın her alanındadır; toplumsal hayatla iç içe geçmiştir. Dolayısıyla, sanayi devriminin neden başka bir ülkede değil de İngiltere’de ortaya çıktığı, Türkiye’nin neden sanayileşmekte geç kaldığı ya da Batılı ülkelerin izlediği yolun takip edilmesinin Üçüncü Dünya ülkelerinin sanayileşmesine ne ölçüde katkı sunacağı sorularının yanıtı salt teknolojik süreçlere indirgenemez. Çözümlemede, sosyoekonomik ilişkilerin ve süreçlerin göz ardı edilmemesi gerekir. Bilişim devrimi bağlamında konuşursak, asıl tartışılması gereken dünya sistemine nasıl eklemleneceğimizdir. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı’nın okulları ve öğretmenleri Microsoft ürünleri ile donatması da bir tercihtir, TÜBİTAK’ın kamunun kaynaklarıyla kamusal bir işletim sisteminin geliştirilmesine destek sunması da…
2005 yılının ilk günleri Türkiye’deki özgür yazılımcılar için oldukça sıcak günlerdi ve özgür yazılımın Türkiye’de gelmiş olduğu aşamayı, bunu takiben gerçekleşen nitel sıçramayı göstermesi açısından da kritikti . Birincisi, hükumetin bilişim politikasındaki çelişkileri tüm açıklığıyla göstermekteydi. İkincisi ve daha önemlisi, özgür yazılımcılar, bilgisayarları başından kalkmış, belirli talepleri olan, eleştiren, eleştirdikleri yerine alternatif politikalar koyan özneler haline dönüşmüşlerdi.
Aslında burada “bilgisayarlarının başından kalkmak” deyimi pek doğru değil. Çünkü bu yazının ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz gibi, söz konusu olan 90’ların başından beri devam eden bir topluluğun kendini oluşturma süreciydi.
27 Eylül 1983 tarihinde, UNIX kullanıcılarına yönelik bir haber grubunda “yeni UNIX gerçekleştirimi” başlıklı bir duyuru yapıldı. Duyuru sahibi, Richard Stallman, özgür bir işletim sistemi yazacağını söylüyor; bunun için de zaman, para, program ve donanım katkılarına büyük gereksinimi olduğunu belirtiyordu (Stallman, 1984b).
Büyük bir iddiaydı. Herşeyden önce bir işletim sistemi yazmak çok kapsamlı bir işti. Ama daha önemlisi, katkılara açık olduğunu yazsa da, Stallman yola tek başına çıktığının farkındaydı. Ayrıca çalışmaya katkı koyacaklara hiçbir maddi vaatte bulunmuyordu.
Ancak o günlerde Stallman’ı bir kaçık, en iyi ihtimalle bir maceraperest olarak nitelendiren bu hedef bugün gerçekleşmiş durumda. Özel mülk işletim sistemlerine karşılık tamamen özgür bir işletim sistemi ortaya çıkmıştır: GNU/Linux.
1 Introduction
Availability of source code in Free/Open Source Software (FOSS [1]) is defined with its three essential features [2].
1- Source code must be distributed with the software or otherwise made available for no more than the cost of distribution.
2- Anyone may redistribute the software for free, without royalties or licensing fees to the author.
3- Anyone may modify the software or derive other software from it, and then distribute the modified software under the same terms (Weber, 2004: 5).
However, FOSS is still a puzzlement for a wide spectrum of academic disciplines: software engineering, industrial engineering, economics, sociology, psychology, etc. Each academic discipline asks its own questions to understand the FOSS phenomenon and try to explain it in the boundaries of its own discipline. For example, recent literature focuses on two questions and seeks their answers in different disciplines. The first question is, ‘what are the motivations of individuals for engagement in FOSS projects?’ (von Krogh et al., 2003; Bitzer et al., 2004; Raymond, 1999, 2000; Zeitlyn, 2003) and the latter question is about FOSS’s relationship with commercial world, ‘in what level will FOSS have impact on the competitive strategy and organizations of firms?’ (Baldwin and Clark, 2003; Lindman, 2004). Consequently, answer of the first question is mostly sought in the context of either social psychology or anthropology and latter is studied in the context of microeconomics. These studies give essential insights either about the motivations behind individuals or about FOSS business models. However, they grasp the FOSS by an approach that makes parts of the whole as static and independent of one another.
1- Giriş
Özgür Yazılım/Açık Kaynak Kod’da (ÖY/AKK) [1] kaynak kodunun [2] erişilebilirliği üç temel koşulla tanımlanır:
i-) Kaynak kodu yazılımın kendisi ile dağıtılmalı ya da dağıtım ücreti dışında ek bir ücret talep etmeksizin erişilebilir olmalıdır.
ii-) Herhangi biri yazılımı, lisans ücreti ödemek zorunda kalmadan dağıtabilmelidir.
iii-) Herhangi biri var olan yazılımı kendi ihtiyaçlarına göre değiştirebilir ya da üzerine yeni eklemeler yapabilir (Weber, 2004:5).
Linux Kullanıcıları Derneği (LKD), her ay Ankara’da ve İstanbul’da düzenli Özgür Yazılım/Açık Kaynak Kod (ÖY/AKK) seminerleri veriyor. Gelen taleplere göre de hiçbir ücret talep etmeksizin Türkiye’nin dört bir yanına seminer vermeye gidebiliyor. Seminerler, başlangıç düzeyinden ileri seviyelere kadar çok farklı teknik içeriklerden oluşabiliyor. Ancak bu seminerler ilk başta akla gelenin aksine teknik konularla sınırlı değil. Daha doğrusu LKD seminerlerine baktığımızda toplumsaldan bağımsız bir “teknik”in olmadığı, olamayacağı açık seçik görülüyor.